Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde hem toplumsal hem de toplumlararası dayanışmanın hızla arttığı, kıymet kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu salgının bulaşma hızı azaldığında sivil toplum örgütlerinin ve yerel yönetimlerin daha fazla prestij ve önem kazandığı bir dönem başlayabilir. Her ne kadar devletler sınırlarını kapatsa da, gündelik yaşamda zorunlu olarak ‘sosyal mesafe’ uygulamasına geçilse de, her ne kadar bazı otoriter pratikler toplumlar tarafından şimdilik itirazsız kabul ediliyor olsa da, toplumsal dayanışma pratikleri de bir yandan ademi merkeziyetçi sistemlerin avantajlarını sergiliyor.
Sermaye birikiminin had safhada olduğu, uluslararası toplumun en zengin olduğu iddiasını taşıyan birçok devletin bu salgın sırasında halk sağlığı açısından ne kadar hazırlıksız olduğu da ortaya çıktı. Bu durum dünya genelinde merkezi devlet kavramına güveni sarsacaktır. Belki de sarstı bile. Buna karşılık yerel dayanışma ağları hem artıyor hem güç kazanıyor.
Siyasi kurumlar, parti ve örgütler süreç içinde hantallaşan yapılarıyla, kurumsal alışkanlıklarıyla bu dayanışma pratiklerine öncülük edemezlerse, onlar da güç kaybedecekler yeni dönemde. Bugün siyasetin önündeki en önemli görev bu sivil toplum pratiklerine katılmak, bu pratikleri motive
etmek olmalıdır. Üstelik bu dayanışma hareketleri Türkiye’de uzun zaman önce kırılmış olan toplumsal barışın tesisine de önemli katkılarda bulunacaktır.
Dayanışma ve sivil toplum pratikleri ayrımcılıktan, politik önyargılardan uzaklaştıkça gerçek hüviyetine kavuşur ve önem kazanır. Dayanışma, kriter olarak sadece ihtiyacı esas almalıdır. Hele ki bu süreçte. Maalesef bugün Türkiye’de hükümet böylesi bir süreçte bile kutuplaştırmacı ve ayrımcı tavırlarından ve uygulamalarından vazgeçemiyor. Farklı siyaset ya da grupların, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin dayanışma pratiklerinin önünü kesmeye çalışıyor. Oysa 80 milyonluk bir toplumu merkezi ve tekelci bir uygulama biçimi ile böylesi bir salgına karşı örgütlemek pek mümkün görünmüyor. Zaten dayanışma da tabiatı gereği yereldir ve hükümetler bunu kabullenmek zorundadır. Merkezi hükümetin yerel yönetimlerle sulh yapma ve koordinasyon içinde davranma zamanıdır böylesi dönemler. Fakat AKP/MHP ayrımcı uygulamalarından vazgeçemiyor yine.
Hükümet son infaz yasasında da bu tavrını devam ettirdi ve büyük bir toplumsal barış olanağını elden kaçırdı. Önemli temsil gücüne sahip siyasetçileri, sivil toplum yöneticilerini, muhalif gazetecileri yasa kapsamı dışında bırakarak tam da bu dönemde geniş toplumsal kesimlerin bir kez daha kalbini kırdı. Maalesef muhalif siyaset de hali hazırdaki şartların da etkisiyle bu konuda iyi bir sınav veremedi ve sivil toplumu ve muhalefet cephesini örgütleyemedi. Bu durumdan siyasetin çıkarması gereken dersler önemlidir. Meclis pratiğine değil, sivil toplumun dayanışma pratiklerine ağırlık vermedikçe muhalif siyasi partiler bu süreçte önemli bir prestij ve güç kaybına uğrar.
Kürt siyasal hareketinin ‘Kardeş Aile’ benzeri kampanyaları bu dönemde de bir kez daha öne çıktı. Ancak bu türden kampanyaların daha da genişlemesi gerekmektedir. Bunun için de gerekli olan muhalif siyasetin kurum ve partilerin Meclis’e sıkışıp kalmaktan vazgeçmesi ve sivil toplumla koordinasyon içinde hareket etmesidir yine. “Dayanışma yaşatır” sloganı siyasi partiler için de geçerlidir.