Nevin Ferhat-Kemal Baş
Eski ve yeni sıfatları bir değişimin olması gerektiğine dair hiçbir şey söylemese de tercihlerimizi yaparken etkili hale gelir. İki sıfat arasındaki mücadelenin ilk kazananı yeni olandır. Ancak “yeni”yi tekrar ve tekrar kurmaya çalışmamıza rağmen eskinin devam ettiğini görürüz. Öte yandan yeni, etkin bir hale geçmemiş olsa dâhi şimdi ve burada mevcuttur. Peki, mevcudiyetin bize ifade ettiği şey nedir? Nasıl örgütlenmiş ve nasıl biçim kazanmıştır? Özetle sormak istediğimiz devinimin yasasının ne olduğudur? Bu aşamada eklenmesi gereken diğer bir önemli soru ise mevcut olanın ilerleyen süreçte totaliter bir yapıya bürünüp bürünmeyeceğidir? Bu soru her ne kadar bir kaygı olarak ortaya konmuş olsa da mevcut olana yeniden dönüp bakmamıza ve onu geleceğin çekimiyle düşünmemize yardım edecektir. Bu noktada ideoloji kavramı ön plana çıkar ve mevcut olanın kurduğu söylemler bütünü yeniden incelenmeye açılır.
H. Arendt’den hatırlayacağımız üzere ideoloji, politik gücün totaliterlik özünün toprağa düşmesini sağlayan bir araçtır. Sağduyudan ilham alan politik güç kendi gerçekliğini yeşertmeye başlar. Öylesine ikna edici bir mantığa sahiptir ki, kimse karşıt bir fikir ileri süremez. Bunun için genellikle “yumurtaları kırmaksızın omlet yapamazsınız” sözü örnek verilir. Gündelik olandan ve alışkanlıklardan süzülüp gelmiş bir bilgidir. İdeoloji de böyle sarsılmaz sanılan deneyimin bilgisiyle şekillenir. Politik güç bu sayede kendi idesini gerçekliğe döker. Burada itiraz etmemizi gerektiren bir nokta vardır: Totaliter özü açığa çıkartan gücün ideolojiye indirgenerek açıklanmasıdır. Dikkat edilicek olursa, düşünce ve gerçeklik arasındaki ilişki kartezyen bir temada ele alınmaktadır. Dolayısıyla birbirine indirgenmeyen ve iki apayrı töz olarak değerlendiren düşünce ve gerçeklik arasındaki ilişkide bilinç hangi araçlarla dünyaya yöneliyor olursa olsun totaliter bir niteliğe bürünür. Öyle ki sağduyuya yaslanmayan, sıradan olandan taşan ve ortak rasyonaliteyi yıkan saçmanın kartezyen öznenin elinde totalitarizm için kullanışlı bir araca dönüştüğüne tanık oluruz. Bu noktada hemen hatırlanmalıdır ki, Albert Camus’nün saçma kavramı, tarihin zorunlu yasalar eşliğinde mistik bir biçimde kurtulaşa doğru gittiğini ifade eden ideolojilerin eleştirisini sunmaktaydı. Bu ideolojilere karşılık olarak saçma, umut ve özgürleşmenin imkanına dair yeni bir fikir olarak karşımıza çıkar. Ancak saçma ve ideoloji kavramlarını günümüzdeki politik yapılarla birlikte incelendiğinde her şeyi aynılaştıran, homojenleştirenin ideolojiler olmadığının farkına varırız. Politik gücün güdümündeki saçma, aynılaştımayı ve farkları silmeyi -en genel planda- en büyük toplama kampını yaratarak yapar. Dahası bir ideoloji olmayan saçmanın bizi mistik bir kurtuluş vaadi bile içermeyen, anlamsızlığın daim olduğu bir dünyaya hapsedeceğini söyleyebiliriz. Artık mitik bir cezalandırmanın içindeyizdir. Bu durumun en iyi örneklerinden biri AKP’nin “Yeni Türkiye”sidir.
İktidarın saçması yaşamlarımızdaki manayı alarak bizi tiyatral bir alana hapseder. Artık neyin gerçek, neyin hayal olduğuna karar veremeyiz. Bu kararsızlık ve seçememe hâli duygularımızın olup bitenlerle ilişkilenememesine neden olur. Politik saçma hayatlarımızda kırılmalara yol açarken, ruhumuzdan kederli gözyaşlarının mı dökülceğini yoksa delilik işareti sayılacak gülmenin mi kopacağını bilemeyiz. Örneğin Dersim’de üç yıl önce bir çatışmada yaşamını yitiren Agit İpek’e ait kemiklerin (naaşı) yakın zamanda annesine postayla gönderilmesi politik saçmanın etkinliklerinden biridir. AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan, Meclis Genel Kurulun’da bu insanlık dışı durumu “usule uygun ” sözüyle de taçlandırmıştır: “Ortada bir ceset yoktur, birkaç kemik parçası vardır. Teslimat mevzuata göre ‘usulüne uygun’ olarak yapılmıştır.” Lakin AKP’li milletvekilinin sözünü ettiği mevzuatın ve usulün bir benzerine geçmişte rastlamamıza rağmen sosyo-kültürel yapıyı bozuma uğratan zaman kırıcı durumu uygunluk olarak işaretleriz. Dahası, bu andan sonra diyebileceğimiz bir sürecin de olmayacağı gerçeğiyle yüzleştiğimiz zaman cenazenin ve yasın mekanı yitip gider. Ne var ki, mekanın yerinden edilişi sadece yasla ilgili değildir, aynı zamanda ruhumuza neşe veren duygularla da ilgilidir. Çünkü kim olduğumuz ve bir şeyi nasıl hissettiğimiz zaman ve mekanla kuşatılır. Bu kuşatılmışlıkta yaşanacak kırılmalar kimliğimize dair algımızı değiştireceği gibi zaman ve mekan algımızı da doğal olarak farklılaştıracaktır. Ayrıca politik saçmanın bizi taşıdığı yerin “her yer” veya “hiçbir yer” olduğunu görürüz.
Politik saçmanın hakim olduğu şu günlerde virüs salgınının ekonomik alanda yarattığı belirsizliği düşününce saçmanın egemenlik alanının genişlediğini öne sürebiliriz. Bu dünyayı katılaştıran ekonomik yasalar ve zorunluluklar virüs nedeniyle işlemez hale gelmiştir. Bu koşullar altında milyonlarca işsize milyonlarca yeni işsiz eklenmiş ve evden çalışanlar ise sosyal haklarından biraz daha feragat etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte virüs salgınının etik-politik sonuçları üzerine yazılarıyla bize ışık tutan Agamben’in kullandığı manada “sosyal mesafelenme” kavramını ekonomik alana da taşıyabiliriz. Virüsün ilk etkilerinden biri olan mesafelenme güvencesiz çalışanlar için geçerli olmasa da büyük şirketlerin artık vazgeçilmezleri arasındadır. Bu kavram, mesafeyi üretme imkanından yoksun olanların ve duvarları olmayanların kolaylıkla ölebileceğini söyler. Çünkü duvarları inşaa edenlerin duvarları olmayacaktır.
Sonuç olarak, yeni olanın mevcudiyetine şekil ve devinim verenin hala kartezyen özne ve onun araçları olduğunu anlamalıyız. Ve eskiden olduğu gibi şimdi de işçi sınıfının ellerindedir gelecek!