Michel Foucault’ya göre hapishaneler iktidarın laboratuarıdır. Düzenin toplum üzerinde uygulayacağı baskı, disiplin, kontrol, talim ve terbiye gibi iktidar teknolojileri önce mahpuslar üzerinde denenir, tamamlanır ve mükemmelleştirilir; sonra bütün toplum üzerine yayılır. Bu anlamda, toplumun ötekileri olarak etiketlenerek dışlanan, izole edilen, kapatılan suçlular, aslında toplumun denekleri olarak hizmet verirler. Eğer böyle ise, ‘af’ denilen olay, belki de bu denemelerin sonuçlandığı, dışarısı ile içerisi arasındaki farkların ortadan kalktığı anlarda zaruri hale gelen bir uygulamadır.
Ama affın kapsamı dışında kalan, hapsedilmeyi olduğu kadar affedilmeyi de kabul etmeyen, kendi özgürlüğü ile birlikte toplumun özgürlüğünü de direniş ve mücadele ile kazanmayı erdem sayan bir kesim her zaman mevcut olmuştur ve ne yazık ki olacaktır. Bu insanlara siyasi tutsaklar diyoruz. Siyasi tutsaklar, boyun eğerek disiplinli ve itaatkâr birer bedene indirgenmeyi ve böylelikle biyo-iktidar tekniklerinin numunesi olmayı reddederler; her dönemde gösterdikleri kararlı duruş, direniş, başkaldırı ve mücadele ile dışarıdaki toplumun bütünü için de farklı bir örnek sunarlar. Zaten hapsedilmiş olmalarının nedeni de aslında bu duruştur.
Türkiye hapishanelerinin her dönemde değişmeyen siyasi ‘demirbaşları’ vardır. Bunlar uzun bir süre ‘komünistler’ idi. Kürt siyasiler ise, yaklaşık olarak 1959 tarihli 49’lar hareketine kadar hapse bile atılmıyor, doğrudan öldürülüyorlardı. O tarihten sonra Kürt siyasilerin de ‘bölücüler’ etiketi ile ‘komünistler’le birlikte cezaevlerinin ‘demirbaşı’ haline geldiğini görüyoruz. Ülkede, çeşitli vesilelerle dönemsel olarak af ya da şartlı tahliye ilan edilir; herkes çıkar ya da kısmen toplu tahliyeler olur. Siyasiler ya içeride kalır ya da tahliyelerinden kısa bir süre sonra cezaevlerinin yine bu siyasi demirbaşlarla doldurulduğunu görürüz.
Demirbaşlar böyle iken bir de geçici misafirler vardır ki bunlar o dönemdeki siyasi iktidarın husumetli olduğu kesimlerdir. Cumhuriyetin ilk döneminde Şeriatçılar, 1960 darbesi ardından Demokrat Partililer, 28 Şubat döneminde yine Şeriatçılar, arada Ergenekon/Balyozcular ve günümüzde Gülen cemaati mensupları gibi. Bunlar hancı değil yolcudur; siyasal iktidarda olan kesim değiştiğinde ya da öncesinde, hasımlar arasında diyalog, yumuşama ya da anlaşma halinde dışarı uğurlanırlar; uğurlanacaklardır. Demirbaşlar ise değişmez hatta çoğunlukla sayıları katlanarak çoğalır.
Geçtiğimiz hafta gerçekleşen mafya affı ile olan budur. Cezaevlerinde “adli suçlu” neredeyse kalmamıştır. Corona virüsü salgını ile birlikte hapishanelerde hayati tehlike içinde bırakılanlar esas olarak gazeteciler, yazarlar ve siyasetçiler. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye, 40 kuşağı edebiyatçılardan 49 Kürt aydınına kadar uzanan zamanlardan bu yana devlet tarafından ‘komünist’ ve ‘bölücü’ olarak etiketlenmiş olan demirbaşlar. Bir de tek tük yatarını tamamlayamamış adli suçlular ile dönemin siyasi iktidarının hasım bellediği 15 Temmuz darbesi şüphelileri; yani geçici misafirler.
Uzun sözün kısası: Af mı dediniz? Alavere dalavere Kürt Memet ile ‘komünist’ arkadaşları yine nöbete. Yalnızca Erdoğan iktidarının değil, şimdi öpüşüp barıştığı mafyaların da, daha evvel kısa süreliğine misafirleri olmuş militarist Ergenekoncu oligarşinin de, şimdilik kaydıyla içeride tutmayı tercih ettiği şoven Gülenci tarikatın ve ‘muhalifmiş’ gibi yapan bir kısım ulusolcunun da bir bütün olarak gerçek muhalifleridir çünkü ‘demirbaşlar’. Can Yücel’in deyişiyle ‘sahnedeki rakkasenin nazına değil bu düzenin bazına’ muhaliftirler çünkü. Düzen kökünden sökülüp atılmadıkça, düzenin mutlak ötekileri olarak ‘siyasiler’ de olacaktır; etiketlenerek, dışlanarak, kapatılarak ve izole edilerek…
Can Yücel, ‘Bir Siyasinin Şiirleri’ arasında yer alan ‘35. Damla’ şiirini, siyasi ‘suçlar’ nedeniyle 15 yıla hükümlü olduğu sırada hapishanede yazmıştı. Yıl 1974’tü ve bir af yasası gündemdeydi. Ecevit ile iktidar ortağı Erbakan hem şeriatçıları kapsayan 163. madde hem de “komünistleri” kapsayan 141 ve 142. madde hükümlü ve tutuklarına uygulanacak bir af tasarısı üzerinde anlaşmışlardı. Ancak meclis görüşmelerinde 163. madde oylamasının ardından Erbakan’ın Milli Selamet Partisi vekilleri salonu terk edince, yasanın “komünistleri” kapsayan kısmı meclisten geçemedi. Bunun üzerine hapishanelerdeki siyasiler büyük bir direniş başlattı. İşte Can Yücel o direnişin içinden haykırıyordu ‘aç aç aç’ diye:
‘kilitleri aç, kelepçeleri aç, demir kapıları aç
aç diye haykırıyoruz
sade sahnedeki rakkasın nazına değil
bu düzenin bazına asılıyoruz.’
‘Sahnedeki rakkas’ duymazdan geldikçe cezaevi direnişi yoğunlaşır. Sonunda Anayasa Mahkemesi kararıyla siyasi mahkumların mücadelesi başarıya ulaşır; tahliye edilirler. Bu vaka, tarihe ‘Ecevit affı’ olarak geçti. Aynı Ecevit, yirmi beş yıl sonra ‘hayata dönüş operasyonu’ adı altında tarihin en büyük cezaevi katliamlarından birinin faili olacaktı.
‘Sahnedeki rakkas’ oyununu sürdürüyor; ama ‘siyasiler’ de hapsedilmeyi olduğu kadar affedilmeyi de reddeden onurlu duruşlarını, kendi özgürlükleri kadar toplumun özgürlüğünü de talep etmeyi sürdürüyorlar; sürdürecekler. Bu düzenin kökünden söküp atılacağı güne kadar…