Dilara Kılıçkıran
İnsan inanmayı bıraktığı an birçok sistem, mit, olgu, din, kurum vs. bir an da yok olur. İnsan düşüncesi ile var olan sistemler, hayali sistemlerdir ve yapaydırlar. Ve çökmeleri, yok olmaları başka bir yapay ve hayali düzenin var olması ile son bulur. Buna karşın bir de hayali olmayan sistemler vardır. İnsanın inancı ile var olmayan olgulardır; örneğin yerçekimi. Bizler inanmasak bile yerçekiminin ortadan kalkma ihtimali yoktur. Buna doğal düzen demek yanlış olmayacaktır.
Toplumsal cinsiyet hayali
Bu genel bakış açısını birçok denklemde çalıştırabiliriz:
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet: Cinsiyet doğal bir düzenken, toplumsal cinsiyet hayali bir düzendir. Başka bir ifade ile, erkek ve dişi biyolojik bir kategori iken, yani doğal bir düzen iken, erkek ve kadın toplumsal bir kategoridir ve yapay sistem düzeninin bir parçasını oluşturmaktadır. Hayali ve yapay olduğu için de kültürler arası tanım, görev ya da mit değişkenlikleri kaçınılmazdır. Doğurganlık, evrenin tüm dişi canlılarında var ise, bu doğal sistemdir ve değiştirilmesi ya da yok sayılması mümkün değildir. Kültürlerde ya da toplumlarda kadına biçilen rol ve misyonlar farklılık gösteriyorsa bunlar, erk bir sistemin oluşturduğu mitlerdir. Bu doğal olmayan kavramların, asla bir hayali sistem olmadığını, tanrılar ya da doğa yasaları ile yaratıldığına dair, toplumu ikna ederek yok oluşuna engel olmaktadırlar. İşte bu doğal olmayan mitler, bir hayal ürünü olduğunun farkına varıldığı anda düzen ve çark bozulur. Sistem de çarkının zayıf noktalarını çok iyi bildiği için, engel katalizörlerini toplumda sürekli çalıştırmıştır. Anaerkil toplumdan, ataerkil topluma geçişin ve mücadelenin nasıl olduğunu incelediğimizde bu katalizörlerin neler olduğunu açık bir şekilde görebiliriz.
Anaerkil düzen
Anaerkil toplum düzeninde kutsal, doğurgan ve doğa ile bütünleşen kadının, toplum düzenindeki hakimiyeti kutsal olarak görülüyordu. Bunun sebebi özellikle, erkeklerin çiftleşmedeki etkilerinden bihaber oluşları ve kadınların üreme işini tek başlarına yaptıklarına inanmalarıydı. Bu da kadının tanrısal gücünü arttırıyordu. Bu durum kadını, toplum düzenini oluşturan bütün dinamiklerde etkili kılıyordu. Erkeklerin görevi sadece avcılık işleri idi. Bu kadar hâkim ve verimli bir yaşam tarzı, yerini nasıl ataerkil bir sisteme bırakmıştır? Tarım devrimine dek, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen topluluklar, anaerkil eşitlikçi bir düzende, ortak ve iş birliği ile herkese yetecek kadar ürün topluyor ve herkes ihtiyacı kadar ürünü ortak yerden alıyordu. Çünkü zaten avladıkları ve topladıkları ürünleri muhafaza edemiyorlardı. Ancak tarım devriminden sonra insanlar anlık tüketebileceklerinden fazla ürün elde etmeye başladılar. Üstelik bu ürün depolanmaya ve muhafaza edilmeye elverişli bir üründü. Dolayısı ile ihtiyaç fazlası “Artık Ürün” oluşmaya başlamıştı. Böylelikle ilkel komünal topluluklar sona ermiş, “özel mülkiyet” sisteminin ilk temelleri atılmıştır. Mülkiyet gibi hayali bir düzenin kurulması ile birlikte, toprağın, tarlaların, evlerin etrafına çitler örülmüş ve bu yerler sahiplenilmiştir. İlk zamanlarda topluluklar, sadece doğaya karşı güven alanı oluşturmaktaydı. Özel mülkiyet düzeninin kurulması ve insan nüfusunun artması ile birlikte, toplulukların sadece doğaya karşı olan güven ihtiyacı, artık diğer topluluklara karşı da artmıştır. Güven ihtiyacı ile birlikte, tarlalarını, topraklarını, evlerini koruma içgüdüsü gelişmiş, biyolojik olarak fiziksel ve kaslı özellikleri olan erkeklerin toplumda koruma etkilerinin ve rollerinin artmasına sebep olmuştur. Bu durum da anaerkil düzenin sarsılmasına neden olmuştur diyebiliriz. Yani hayali ataerkil bir sistemin fark edilmesiyle, anaerkil sistem sarsılmaya başlamıştır.
Tanrı-devlet sistemi
Sümer uygarlık sistemi, kendinden önceki anaerkil eşitlikçi toplum düzeni etrafında şekillenen toplumsallıktan beslenmiştir. Kadın ve erkek yaşamlarının daha da yakınlaşması neticesinde toplumda, erkeğin üreme yeteneğinin fark edilmesi ile fiziksel gücünün farkına varan erkekte soyut ve hayali inançlarla egemenliğini yaşatabilme fikri doğmuştur. Bu fikri yaşatmada en büyük katalizör elbette ki “Din” olmuştur. Doğada, kutsallaşan ve hâkim olan anaerkil sistemin yerine geçen ve kutsallaşan “Din”, erkekler tarafından hayali mitler kurgulanarak ataerkilin hakimiyetine ivme kazandırma görevini üstlenmiştir. Kadında var olduğu gibi toplum içerisinde kabul gören kutsal yeteneklerin erkekte olmamasından dolayı, kadının doğal üstünlüğü basitleştirilip, erkeğin aslında olmayan ama soyutlaştırılıp, kutsallaştırılan üstünlüğü doğaya karşı egemenliğin bir başka versiyonu olarak gelişmiştir. Din adamları, rahipler ve zigguratla oluşan Tanrı – Devlet hayali sistemi, ilk cinsiyet kırılmalarını ve eşitlikçi olmayan toplumsal cinsiyetin temellerini atıp kurumsallaştırmışlardır.
Özel mülkiyetin gelişmesi
Özel mülkiyet sisteminin gelişmesi ile birlikte, toplumsal yapı şekillenmiş ve toplum yapısının doğası gereği, toplumu düzene sokmak için kültürel ve sosyal etkenlerle birlikte sosyal sınıfların temelleri atılmıştır. Yaratılan bu sınıfların birbirleri ile mücadele etmeleri kaçınılmaz olmuş, tarih boyunca çıkar çatışmasından dolayı sürekli savaşım haline girmişlerdir. Bu savaşım halinin önlenmesi, üretim ve yaşam sürecinin güvene alınması için sınıflar üstü yeni hayali bir mit oluşturuldu. “Devlet”. Tarım devrimi ile temelleri atılan devlet mitosu, değişip dönüşüp, oluşum merkezi Sümer uygarlığında olan zigguratlara kadar gelmiştir ve burada yüzyıl sonrası uygarlık toplumlarının ideolojik ve dini sistem merkezlerinin temelini sağlamlaştırmıştır. zigguratlar, bugünkü milyarları aşan kent toplumlarının, devlet sistemi temelinde örgütlenmesinin ana modelidir. Sümercede ‘dağ evi’ anlamına gelen hatta kimi yorumlara göre; Zik(g): karın, göbek, Kur(gur): dağ, at(hat): gelen anlamını taşıyan yukarıdan aşağıya doğru dikey örgütlü hiyerarşik bir düzene sahiptir. En altta halk, köleler, çalışanlar, kadın, kullar orta kat yönetici elit sınıf(memur) sonra rahip-din adamları ve en üstte tanrı-krala aittir. Böylelikle sosyal sınıf ayrışımlarının temeli burada atılmıştır. (Üst, orta ve alt sınıf, burjuva, işçi sınıfları …) Ziggurat rahiplerince tasarlanan tanrı-krallar ölümsüz addelirler. Rahipler politik ve taktiksel araçlarla, onlarsız (Tanrılar-Devletsiz) toplumun kaosa sürükleneceğinin algısını geliştirmişlerdir ve devleti kurumsallaştırmışlardır.
Hegemonya kurmak
Ataerkil devletçi düzende, kadın erkek ilişkileri ve kadınların toplumda konumlandırılmaları, anaerkil düzene göre daha sert, hegemonik ve sömürücü tarzdadır. Bu sömürüyü ideolojiye dönüştürüp yayarken, elbette toplumlara ve kadınlara “gelin sizi köle ya da hizmetçi yapacağım” diyerek gitmemiştir. Zorla birlik yerine esas olarak insanlığın o zamanki zihniyet ve ruh yapıları üzerinde kuracakları kesin egemenlik ile bu işin üstesinden geleceklerini de çok iyi bilmekteydiler. Ve bunu da stratejik bir şekilde kölelik ve hegemonik sistemini inanç ve din araçları ile ördüler. Bunu da tarih belgelerinde gördüğümüz gibi, anaerkil döneminde yaşatılan inanç sistemlerinin araçlarını, erkek-din üstünlüğüne vurgu yapıp, değiştirerek günümüz din araçlarına kadar getirmiştir. Anaerkil eşitlikçi topluluk döneminin varlığını, tarih yazmalarında bile yoksun bırakma gayretine girmiştir. Bunun nedeni de tarih yazıcılığının erkekler tarafından erkek egemen şekilde yansıtmalarıdır. Aslında bu da günümüzde sıkça sorulan şu sorunun cevaplarından yalnızca biridir “Tarihte neden kadın mucit, bilim insanı, peygamber vs. Yok?”
Yaradılış efsaneleri
Eski Ahit’te yaratılışla ilgili efsaneden tutalım, birçok peygamberin hikayesine, birçok dini kitaba kadar erkek egemen yansıtmalarını görebiliriz.
Kutsal kitaptaki yaratılış efsanesinde Tanrıça, ilahi kadına “Nin-ti seni kaburgadan yarattım” der. Oysa birçok araştırma ve yazıtta ilginç bir şey karşımıza çıkmıştır. Sümer dilinde Nin-ti sözcüğünün iki anlamının var olmasıdır: Birincisi ‘kaburganın dişi egemeni’, ikincisi ‘yaşamın dişi egemeni’. İbranice de, Havva ‘yaşamı yaratan dişi’ anlamına geliyor ki, bu da Sümer efsanesindeki Nin-ti ile Kutsal Kitap’taki Havva arasındaki ilintiye işaret etmektedir. Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olduğu çok sonradan anlaşılmıştır. Bu iki anlamlı sözcükten yola çıktığımızda da Eski Ahit’in, yaratılış efsanesinin, tarih yazıcıları tarafından değiştirildiğini ve erkek egemenliğinin ise dini araçlarda benimsetilmeye çalışıldığını görebiliriz. Ve yine Eski Ahit’te yer alan, “kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı mitosu” önemli oranda, hayatın farkındalık ve yaşam şartlarındaki değişimlerle birlikte, asıl gerçekler erkek tarih yazıcıları eliyle tahrif edilerek günümüz Kur’an meallerine aktarılmış ve yine erkek “mealciler” tarafından yorumlanmaktadır.
Kadınların icatları
Anaerkil eşitlikçi toplum düzeninde, yaşamın bütün dinamikleri kadınlar tarafından belirlenip, tasarlanıp ve kurallaştırılıyordu. Gordon Childe, kitabında kanıtlayıcı düzeyde birçok noktaya değiniyor. Özellikle 101 buluş diye belirttiği detaylar önemli bilgiler açığa çıkarmaktadır. Toplayıcı kadın, çocukları ile göçebe yaşadığı için, onları taşımada kolaylık olsun diye tekerleği ve tekerleği kolay çalıştıracak yolları icat etti. Toprağa ilk buğdayı kadın attı, çünkü tarımdan toplayıcı kadın sorumluydu, tarlalarının başına ilk evi kadın yaptı ve medeniyetin ilk temelini kadın attı. İlk tedavi yöntemlerini ve ilacı kadın buldu… Doğa-evren birlikteliğini çözümlemesi ve bunu yaşama uygulaması, dönemin bilimcisi olma gerçekliği gösterir. Bilgi, kadın öncülüğünde tüm toplumun değeri ve erdemi konumundaydı. Üretim, sağlık, mimari, tarım, sosyoloji ve birçok bilimin ilk mucitleri kadındı. Çünkü erkek avcıydı ve hep dışardaydı, mimari, inşaat, tarım, politika ile ilgilenmezdi, işi bu değildi. Gerçek bilginin, kadının ve toplumun elinden alınıp (çalınıp) tekelleşmesi, gerçekliğin kaybolmasının başlangıç aşamasıdır. Tarih yazmalarında, erkek egemen olan tarih yazıcılar, devreye girip, insanlık tarihinin en önemli bilgilerini, buluşların mucitlerini, hafızalardan yok etme çabasına girmiştir. Toplum düzeninin ve bu tarih yazıtlarının değişim, dönüşüm ve geçişleri elbette ki bir anda olmamıştır. Hatta kadının bu geçişler arasında erkek egemenliğini kabul etmemesi ile büyük mücadeleler verdiğini doğru tarih belgelerinde görmekteyiz. Tarihte bilinen ve insanlığın ilk anası Lilith bu mücadelenin ilk simgesel tanrıçasıdır. Enki-İnanna, Marduk-Tiamat çatışmaları mitolojik anlatımla tanrıça kültürünün ve akabinde toplumun baş aşağı gidişine ‘dur’ mücadelesinin bir ifadesidir.
Bu bahsettiğimiz çarpıcı tarihsel değişimler, toplumsal cinsiyet tarihinin ibresini oldukça değiştirmiş ve ilginç kılmıştır. Ataerkil sistem biyolojik bir olgu değildir, tamamen hayali mitler üzerine kuruludur. Dolayısı ile hayali olarak yaratılan bu mitonun yıkılması, toplumun, özellikle kadının bilinç altına yerleştirdiği gibi imkânsız değildir. Şöyle ki; anaerkil eşitlikçi toplum düzeninde, çokça değindiğimiz ve Gordon Childe’ın araştırmalarında belirttiği gibi anaerkil toplum düzeninde ortak yönetim vardı. Ve bu da kadın ve erkek arasında bir hiyerarşinin oluşmasını engelliyordu. Yaşam herhangi bir fiziksel ya da kas gücü ile sürdürülmüyordu. Tamamen sosyal beceri, iş birliği ile üretimler yapılıyor ve yaşam sürdürülüyordu. Biyolojik olarak, kadınların, sosyal becerileri, iş birliğine yatkınlıkları, örgütlenebilme yetenekleri, çok yönlü düşünme ve yönlendirici özellikleri erkeklere göre daha gelişkindir. Bu da günümüzde teknolojinin gelişmesi ile kas gücü ihtiyacının minimum seviyeye düşmesi, anaerkil eşitlikçi toplum düzenin çalışabileceğini kanıtlamaktadır. Dünyanın her noktasında etkili olan kurgulanmış hayali sistemler, rekabeti, hegemonyayı, hiyerarşiyi, tekçi ve sömürücü tarzda çalışmaktadır. Bu sistem tarzı da erkek egemen sistemin doğası ile uyuştuğu için, ataerkil düzenin yıkılması, hayali sistemlerin yok edilmesi ile doğalından gerçekleşecektir. Anaerkil eşitlikçi düzenin inşası için yapılacak ilk adım en yakınımızdaki erkek egemen sistemin yıkımı ile olacaktır. Bunu da; önce bu sistemin hayali bir mito, kurgu olduğunu idrak etmek, bilinç altındaki en büyük engeli aşmakta yardımcı olacaktır. Bundan sonraki adımlar da kadının biyolojik olarak üstün olduğunun farkına varması, teknik, sosyal, bilimsel, ekonomik ve politik becerilerini geliştirerek toplumla entegre yaşamasından geçecektir.
Eşbaşkanlığın yanlış algılanışı
Günümüzde kadın eşitlikçi toplum düzeni inşasında en öncü topluluk ve temsilcilerin mücadele biçimlerinde, bahsettiğimiz, bilinçaltında yaşayan hayali ataerkil egemen sistemin içinde öğrenilmiş çaresizliğini görebiliriz. Örnek verirsek: “Eş Başkanlık Mor çizgimizdir” sözleri ile sisteme karşı var olan mücadele söylemi ve sadece kadının fiziksel eylemlerinin olması, bilinçaltında kadının kendini halen erkeğin gerisinde görmesinde yatmaktadır. Oysa “Eş başkanlığın” cinsiyeti yoktur. Eş başkan deyince sadece erkeğin eşi olan kadın olarak algılamamak gerekir. Bu söylem sisteme karşı geliştirilmiş ise; erkekler neden mücadelede var edilmiyor ya da kendini var etmiyor. Erkekler de eş başkan değil midir? İşte bu bilinç altının dışa vurum biçimidir. Yine, kurumlar içerisinde “%50 kadın kotası” söylemi, aynı bilinçaltının dışa vurumudur. Bu söylemi ya da başka kadın vurgulu söylemleri ters bakış açısı ile çalıştırarak bilinç altındaki, erkeğin gerisinde görme hissini çok daha kolay yıkabiliriz. “%50 erkek kotası”.
Bu örneklerin, psikolojide kanıtlanabilir özellikte olduğunu belirtebiliriz. Bu bilinç altındaki, “kadının kendini erkekten geride görme hissini” yok edecek, rol ve misyon alma oranını büyük oranda arttıracaktır. Tabi bu oran yazımda belirttiğim gibi, kadının biyolojik olarak üstün olduklarının farkına varması, teknik, sosyal, bilimsel, ekonomik ve politik becerilerini geliştirerek, kendini yaşamın dinamiklerinde daha çok var etmesi ile artacaktır.
“İnsanlık kadında ve kadın, insanlık tarihinin başlangıcında saklıdır. Bilgi özgürlüktür.”