Rewşan Apaydın
Kültürel ve sanatsal olarak insan topluluklarında bir değişim varsa, bu aynı zamanda üretim süreçlerinde de değişimin olduğuna işarettir. Üretim sürecinde farklılaşmış insan topluluklarının kültürel tüketim sürecinde de bu değişim yadsınamaz. Bunun tarihteki örneklerine bakacak olursak Aristoteles’in döneminde üretim ilişkilerinin ortaya çıkması sonucunda ortaya sınıflı bir toplum yapısı çıkmıştı.
Bu toplumsal tabakalaşmadan yola çıkarsak Aristoteles, yurttaşlar ile köleler için yapılan sanatın ayrı olması gerektiğini savunmuştur. Aristoteles bu açıklamasıyla boş zamanlarını köle emeğine borçlu olan yurttaşların aldığı haz ile kölelerin aldığı hazzın değişik olduğunu ileri sürer. Yurttaşlarla asillerin aldığı hazzın daha üstün nitelikli olmasının, onların aldığı eğitimden kaynaklandığını vurgular.
Sıradan insanda böyle bir eğitim olmadığı için, haz yetileri de oluşmamıştır. Özgür yurttaşlarla alt işlerde çalışmak zorunda olanların aynı kültürel etkinliklerde bulunamayacağına dikkat çeken Aristoteles ‘Poetika’ adlı eserinde, müzik eğitimi sorununu tartışırken yüksek müziğin alt işlerde çalışanlar tarafından anlaşılmasının ve tüketilmesinin zor olduğunu belirterek alt sınıf üyeleri için daha eğlendirici bir müziğe izin verilmesini ve bu türün hoş görülmesini ister.
Ortaçağ’da ise durum farklıdır. Toplumsal bir tabakalaşma vardı ama kültürel bir ayrım yoktu. Kültürel tüketim kalıplarında bir değişim gözlenmesi ise bilginin değişime uğramasına dayalı olarak kültürel tüketimde de bir farklılaşmanın ortaya çıkmasıyla mümkündür. Ortaçağ’da feodal egemen sınıfın içinde bulunduğu durumu bilgi ile değil, din ile meşrulaştırmaları kültürel benzerliği getirmiştir. Hristiyan dünya görüşü içinde, İsa’nın ve kutsal kitaptaki ermişlerin hayatları, o dönemde halk tiyatrosunun çıkış kaynakları olmuştur.
Bilgi farklılaşmasına dayanan kültürel tüketim kalıplarındaki değişimler, Rönesans dönemi sonrasında gözükmeye başlar. Rönesans, dinsel dünya görüşünün zayıflamaya, bireyci dünya görüşünün güçlenmeye başladığı ve aklın ön plana geçtiği bir dönemdir. Böylece bilginin yeniden egemen olması ‘seçkin kültür’ün oluşmasına neden olmuştur. Bu dönemde toplumsal statü edinmek için, bilgi gereksinimine ihtiyaç duyan sınıfların ortaya çıktığı görülür.
Rönesans’ta aklın ön plana geçmesi ve bilimsel bulgularla kültürel gelişmeler, aydınların yoğun bir şekilde bireyciliğe yönelmesine yol açmıştır. Bireyci tutum ile ticaretle uğraşan burjuva beğenisinin sanat anlayışını da etkilemesi sonucunda, yeni türde bir tiyatro ortaya çıkmıştır.
17. yüzyıl ve sonraki dönemlerde, dinsel hiyerarşinin pazar ekonomisi kurallarına göre yeniden biçimlenmesi, eğlence olgusunun sanayileşmeye doğru evrimleşmesi ve eğlence merkezlerinin kentlerde yoğunlaşması, bireylerin boş zamanlarında hangi biçimlerde eğlenebilecekleri başkaları tarafından belirlenmesine yol açtı. Bu bağlamda sanat ve özelde tiyatro da ekonomik üstünlüğü ve baskıyı elinde tutan burjuvanın etkisiyle kılık değiştirmeye ve yavaş yavaş evrensel konulardan çok, burjuvanın günlük yaşantısını yine burjuva zevkiyle konu etmeye başladı.
Kapitalist üretim ilişkileri, bir yandan bu beğeninin temelini oluştururken bir yandan da sanatı ‘meta’laştırdı. Aristoteles’in 2000 yıl önce ileri sürdüğü görüşler, pratikte karşımıza çıkmaya başladı. Tek fark, kapitalist üretim biçiminin kitle halinde üretimi olanaklı kılmasıyla ‘Popüler Kültür’ adı verilen bu kültürün bir meta gibi, çok büyük kitleler tarafından çoğu kez aynı anda satın alınabilmesiydi.
‘Popüler Kültür’
Örneğin, Antik Yunan demokrasisi ile ortaya çıkan ‘halk’ kavramı, daha sonraları ortaya çıkan çeşitli baskı ortamları içinde kaybolmuş, halk yerini yığınlara bırakmıştır. Tiyatro da halkın sanatı olmaktan çıkmış, yığınların dağınık bir ifade aracı durumuna gelmiştir. Bu dağınıklık, tiyatro sanatında olduğu gibi birçok sanat alanında da ortaya çıkmış, feodal sistemde sarayla halk, burjuva yönetiminde aydınla halk, tüccarla köylü arasında parçalanmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde ‘Halk Tiyatrosu’ deyimi, yozlaşmaya başlamış ve kapitalist toplumlarda para kazanmayı düşünen tüccarların sloganı haline gelmiştir.
Bütün bu tarihsel ilerlemede genelde sanatsal, özelde ise tiyatronun da tüketimin bir parçası haline gelişi ile ilişkisini kurabiliriz.
Popüler kültür haline gelinen her ‘şey’in son kullanma tarihine yaklaştığı paralelliğini de kurabiliriz bu durumda.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla gelişen teknoloji, geniş halk yığınlarını endüstri merkezlerine toplayarak onlara, yeni yaşam olanakları sunarken “Tüketim Toplumu” olarak adlandırılan yeni bir toplum biçiminin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Kendinden öncesini anlayamayan, savunamayan veya reddiyesini gerçekleştiremeyen, popüler olmadan da tükenmeye mahkûm hale gelindiği bu süreçte, elbette bu tüketim kültürünün pençesinden kurtulamayan sanat için durum biraz daha farklı ilerlemektedir.
‘Tüketim Kültürü’nde sanatçı sürekli üreterek, belli seride işler tasarlayarak benzer sanat çalışmalarıyla piyasanın hızına yetişmeye çalışmaktadır. Dünya çapında büyük galerilerin üç ay içinde dört sanat fuarına katıldıkları düşünüldüğünde, sanat nesnesinin nasıl bir tüketim nesnesine dönüştüğünü anlamak zor olmayacaktır. Bu durum izleyici için de bir zorluğu gösterir. Sanatçı bir projeden diğerine yetişme çalışırken izleyici de maruz kaldığı kültürel yoğunluğa yetişmeye çalışan arayış içerisindeki bir antropolog gibidir.
Tam da burada sanat nesnesiyle tüketim nesnesi arasındaki en belirgin ayrımı düşünebiliriz, tüketim nesnesinin bir fonksiyona sahip oluşudur. Bu nitelik tüketim nesnesini sanat olmaktan ayıran en keskin farklılıktır. Günlük yaşantıda ihtiyaçları karşılamak için nesnelerin fonksiyonlarından faydalanma, aynı zamanda tüketim nesnesinin yaygın kullanımını da gösterir. Yani tüketim nesnesi çoğaltılabilirdir. Bu durum nadir bulunma halinden beslenen sanat nesnesiyle zıtlık oluşturur. Çünkü nesnenin yaygınlaşması aynı zamanda değersizleşmesi demektir. Bugün önemini yitirmiş halde olsa dahi sanat nesnesinin biricik oluşu, onu tüketim nesnesinden bir noktada ayırır.
Tüketim nesnesini kavramsal olarak açmak gerekirse, hayatı kolaylaştırmak amacıyla belirli bir faydalılık içeren işlevsel objeler olarak tarif edilebilir. Acaba sanat nesneleri, bu kapsama girmekte midir? Tabii ki sanat nesnesi de insan faaliyetinin bir ürünü olduğundan söz konusu kapsamda yer alır. Fakat sanat nesnesi bundan daha fazlasını içerir.
Sanatın, tarihin başlangıcından itibaren insan yaşantısı ve insan ilişkileri üzerine üstlendiği toplumsal rol; kendisini tüketim nesnesinden daha farklı konuma taşımıştır. Toplumsal sınıflar temelinde bakıldığında tarih boyunca iki boyut için de beklenen faydalılık süregelir ve nesneler toplumsal koşullara ve ihtiyaç türlerine göre şekillenmiştir.
Sanat nesnesi ve tüketim nesnesi arasındaki paralellik ya da ayrımlar insanı hayvandan ayıran temel özelliğe bizi götürür. Sanat yapmanın ve araç üretmenin benzer kökten geldiği söylenebilir.
Örneğin, Marx, araç yapmanın insana özgü bir davranış olmasını şöyle ifade etmiştir: “Emeği insan türüne özgü bir biçimde düşünmek zorundayız. Örümcek bir dokumacınınkine benzeyen bir iş yapar. Arı ise hücresini yaparken gösterdiği ustalıkla birçok mimarı utandıracak güçtedir. Ama daha başlangıçta en beceriksiz mimarı bile en usta arıdan ayıran şey, mimarın hücreyi bal mumuna dökmeden onu kafasında kurmuş olmasıdır. Süreci, işe başladığında emekçinin kafasında var olan, bir düşünce olarak var olan, bir şeyin yaratılmasıyla sona erer.’’
Kapitalist süreçle birlikte hem sanat nesnesi hem de tüketim nesnesi esas dönüşümlerini yaşar. Tüketim toplumunda nesnelere eklemlenen gösterge değerleri hatta sanat nesnesiyle tüketim nesnesi arasındaki ayrımı belirleyen nitelikler bile tasarım sürecinde kullanılan veri olarak ele alınır. Hem sanat nesnesi hem de tüketim nesnesi farklı referansların bir araya getirilmesiyle üretilen objelere dönüşür.
Yani sanat nesnesi ve tüketim nesnesi arasındaki keskin ayrımların birbirine geçtiğini görmek mümkündür. Kapitalist süreçte sanat nesnesi tüketim nesnesine, tüketim nesnesi de kültürel bir objeye dönüşme eğilimindedir. Günümüz piyasa ortamında hem sanat nesnesi hem de tüketim nesnesi bu bakımdan benzer kaderi paylaşmaktadırlar. Çünkü tüketim toplumunda değer paraya eşitlenmiş ve her şey ticari etkinlik halini almıştır.
Bu bağlamda ‘Popüler Sanat’, alıcısının günlük yorgunluğunu gidermek ve rahatlatmak gibi, ihtiyaçlarını karşılamak ve alıcısının ortak beğenisine uymak zorundadır. Öznel ve alıcısının görüşlerinden farklı anlatıya yer vermemesi bu nedendendir.
‘Popüler Sanat’ın alıcısı, kendi ahlak değerlerinin onaylanmasını ister, bu değerler onun dayandığı güvenlik noktalarıdır. Sanat eserinde bu değerlerin onaylanması, olumlanması, kanıtlanması ve pekiştirilmesi alıcısının hoşuna gider. Bu isteklere göre, gerçeklik yüzeysel olarak ele alınır ve kaba bir biçimde düşündürme yeterlidir.
Alıcısının bilgi düzeyini aşmamak gerekir. Günlük yaşamı etkileyen sorunları ele almayan ‘popüler sanat’ın en belirgin özelliği, alıcısının görüş açısını paylaşma ve onun duygularına yönelmedir.
Çağımızda, ‘Popüler Sanat’ın sorunları, büyük kent ölçeğinde çok boyutludur.
Şimdiye kadar yaptığımız bütün irdelemelerden sonra, gerek seçkin sanat ve gerekse halk sanatından farklı olarak ‘Popüler Sanat’ın özelliklerini yukarıdaki örneklerle sıralamış olduk.
Tarihsel perspektifte ise ‘Popülerlik’ olgusu, kentleşme olgusuyla eş anlamlıdır.
‘Popüler Sanat’ın olumsuz yanı ise kalın hatlı klişelerle yetinmesi, hayatın bütün sorunları, toplumun ve insanın derin gerçekleriyle ilgilenmemesi, seyircinin eğitimine, toplum bilincinin uyanmasına, sanat zevkinin uyanmasına hizmet etmemesidir.
Oysaki alternatif bir üretim anlayışı da vardır bütün bu popüler üretimin karşısında çünkü sanat geçmişten günümüze her zaman insanın bu dünyadaki insanlık hallerini, sorunlarını en etkileyici biçimde göstermeye ve bu noktada en uygun biçimi, biçemi bulmaya çalışmaktadır. Sanat, sanat akımları, sanatçının dünya görüşü ve yapıtları yaşanan dönemin ekonomik, sosyal ve siyasal durumuna sıkı sıkıya bağlıdır. Ekonomik, toplumsal ve siyasal konum ve yine bunlarla belirlenen dönemin felsefi duruşu, düşünce yapısı kültürel yaşantıyı belirleyen unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanat, bu kültürel yaşantının bir parçasıdır ve onun içinde, onun uzantısıdır.
21. yüzyıl büyük yıkımların, hayal kırıklıklarının yüzyılı olmuştur. Aslında bütün insanlık tarihinin yaşadığı kriz dolu anlarını, buhranlarını, acılarını her anlamda bu acılara ortak olanlar kaleme almış, somutlaştırmış ve bizlere bırakmıştır tüketim kıskacına rağmen. Bu bağlamda 21. yüzyılın sanat anlayışına bakıldığında, yaşanılan büyük krizlerden ve travmalardan sonra, insanın bu dünyadaki yeri, ahlaki değerleri, kim olduğu yeniden sorgulanmaya başlanmıştır. Travma sonrasındaki bu yeni insanın, yeni kuşağın sanata bakış açısı, insanı değerlendirişi farklılaşmıştır. Çağının, insanın isteklerine, dertlerine, sorularına göre tavır alan her sanatçı tarihle üretimleriyle bugün bizlere ulaşabilmişlerdir. Böylece ortak değerlerin tüketilmediğine ve dün yaşananların bugün bize ulaştığı gerçeğini görmekteyiz.
Geleneksel değer ve alışkanlıkların gitgide azaldığı, ahlaksal değerlerin çöktüğü bir ortamda kültürü de yozlaşmaya mahkûm edilmeye yüz tutmasına izin vermeyen her cümle insanlık tarihi ile yaşamaya devam edecektir kuşkusuz.
Çağımızın bu karmakarışık dokusu içinde tekdüzeliğe başkaldırmak, yeni coşkular bulmak için her sanatçı kendisi ve toplum adına yeni arayışlara yönelerek hem kendi varlığını hem de üretimlerini geleceğe bırakmakla yükümlüdür.