Yazar Aydın Çubukçu ile korona salgını ile birlikte tartışılan kapitalizmi ve alternafini konuştuk. İyimserlere ve kötümserlere katılmayan Çubukçu, emekçi halkların mücadelesinin sonucu belirleyeceğini vurguluyor
Emre Caka
Koronavirüs tüm dünyayı sarmış, ölümlerin önü alınamazken tekrardan Çin’de çıkan vakalar ‘sonsuz’ virüs kaygılarını da yarattı. Dünyanın neredeyse tamamında sermaye üretim bandını durdurmaya yanaşmayıp, işçi sınıfının fabrikalarda sosyal mesafe gözetmeden çalışmasına müsaade ederken, devletler tarafından kapatılan işletmeler ise gelecek kaygısı ile ‘yaşam’ temennisinde bulunuyor. ‘Eskisi gibi olmayacak’ tartışmaları, bilinmezlik kaygısı, son dönemde öne çıkan işçi sınıfı tartışmaları ve aynı zamanda gelecek öngörülerini yazar ve 68 devrimci hareketin önderlerinden Aydın Çubukçu ile konuştuk.
- “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemi çok fazla dillendiriliyor. Siz nasıl yorumluyorsunuz? Özellikle salgın sonrası ekonomik gelişmeler konusunda bir öngörünüz var mı?
Şu andaki ekonomik verileri ve gelişim eğilimlerini yorumlayabilecek bilgiye sahip değilim. Ancak herkesin görebileceği bazı olasılıklara değinebilirim. Açıktır ki dünya çapındaki salgın, kapitalist ekonomide ağır hasara yol açmıştır ve açmaya devam etmektedir. Ticaret, finans ve sanayi dünyası, görünürde olmasa da görece uzun vadede güçlükle kapatabileceği yaralar almıştır ve salgın sonrasında bunların giderildiği bir dünya için mutlaka ayrıntılı planlar şimdiden oluşturulmaktadır.
Yalnızca bu nedenden dolayı, evet, salgın sonrasında dünyada pek çok şey değişecektir. Ama “hiçbir şey” deyiminin burjuvazi için ödün verilemez sınırları vardır ve “hiçbir şey eskisi olmayacaktır” denilirken, aslında “her şey değişecektir” denilmemektedir. Bu slogan, yaşadığımız son yirmi yıl içinde farklı olaylar sonrasında pek çok kez söylenmiştir, ama görüldüğü gibi, yine de her şey eskisi gibidir.
Güncel tartışmalar içinde, safiyane ve iyimser olmaya gayret edenler açısından bu salgın, “kapitalistlerin aklını başına getirecektir!” Yani ne yapacaklardır? En azından Keynesyen politikalara yöneleceklerdir, işçi sınıfının ve emeğiyle geçinen halkın sosyal ve ekonomik hayatında iyileştirmeler için eski “sosyal devlet” politikalarına dönülecektir! Yine bazı iyimser “masal yazıcılar”, buradan “komünizm için dünya çapında eğilim doğacağı” kehanetinde bulunabiliyorlar. Sağlık, eğitim, toplu taşıma gibi işçi ve emekçiler için hayati önemi bulunan alanlarda “kamulaştırmalar” yapılacaktır, doğaya karşı işlenen suçlara son verilecektir, dayanışma ve barış içinde yaşamanın yolları açılacaktır vs.
Elbette bir de kötümserler var. Bütün dünyada otoriter rejimlerin egemen olacağı, her ülkenin başına Trump, Bolsonaro, Erdoğan, Putin vs. gibi liderlerin geleceği, halkın yasaklara alışmış olmasından dolayı bunlara kolayca boyun eğeceği söyleniyor.
Önce iyimserlerin açmazına bakalım. Söz konusu sosyal politikalar, II. Emperyalist Savaş sonrasında, toplumsal ve ekonomik yıkıma bir çare olur düşüncesiyle uygulanmıştır ve özellikle orta Avrupa ülkelerinde burjuva demokratik haklar ve insan hakları alanında görünür iyileştirmeler sağlamıştır. Elbette işçilerin hayatını iyileştirmenin yanı sıra sermaye birikimini de hızlandırmış, üretimin alt-yapısını onarmış, kentlerin yeniden ayağa kalkışını, bir başka deyişle kapitalist üretimin temel mekanizmalarının işleyişini sağlamıştır.
Fakat sosyal politikaların bir başka nedeni daha vardı. Savaş, sosyalizmin faşizmi yenmesiyle sonuçlanmıştı ve SSCB efsanevi bir prestij kazanmıştı. Sosyalizmin kazanımlarının kapitalizm koşullarında da sağlanabileceğini gösterebilmek ve böylece bir set çekmek önemliydi. Bu nokta, “post-korona” dönem için projeksiyon bakımından önemli. Sırf bu özelliğin olmamasından dolayı, salgın sonrası kapitalist dünyanın “sosyal devlet” uygulamalarına dönmesi beklentisi yersizdir.
Aksine, bir başka olasılık egemen sınıfların ve hükümetlerin hedefi olacaktır. Salgının doğurduğu tahribatın yükünü işçi ve emekçilere yıkmanın daha kârlı yolları bulunabilir, bulunacaktır. Bu, daha ucuza daha çok üretme araçlarının son haddine kadar kullanılması demektir. Daha fazla yoksullaşma, esnek çalışma biçimlerinin geliştirilmesi (evden çalışma şimdiden yaygın hale geldi), sendikaların tam iflasa sürüklenmesi, eğitim, sağlık ve toplu ulaşım hizmetlerinde özelleştirmelerin tamamlanması, emeklilik ve sigorta haklarının daha da kesilmesi… Salgının ortak yaşanan bir felaket olduğu propagandası eşliğinde, süreçten zaten yorgun, bitkin, her türlü fedakârlığı yapmaya alışmış olarak çıkmış kitleler bu yapılanların kendi hak ve çıkarlarına bir saldırı olduğunu anlamakta güçlük çekecektir. Süreçte olumlu bir özellik olarak ortaya çıkmış olan dayanışma ve felaketi birlikte karşılama tutumu, şimdi kolayca hükümet politikalarıyla dayanışma ve destekleme biçimine sürüklenebilecektir. Kapitalizmin planlama dayanakları bu olasılıklardır ve hepsinin nesnel karşılığı vardır.
Bir başka olasılık, canı burnuna gelmiş halkın patlamasıdır. İşaretlerini ite kaka çalıştırılmaya isyan eden ama şimdi küçük ve yerel ölçeklerde kalan protestolarla yetinen işçiler, kapatıldıkları cendereyi kırmaya can atan gençler, kadınlar veriyor. Bunlar sistemli, programlı ve örgütlü hale gelebilmesi tek umuttur. “Post-corona” döneminin rengini belirleyecek olan, dolaysız olarak bu yığınların mücadele düzeyi olacaktır.
- Medya ve devletin söylemleri hakikati engelleyebiliyor mu?
Elbette gerçeğin tüm çıplaklığıyla görülebilmesinin önündeki başlıca engellerden biri devletin ve bağımlı medyanın yayınlarıdır, propagandasıdır. Ama bir diğer uyuşturucu, “sosyal medya” aracılığıyla yayılan ve özellikle “komplo teorileri” aracılığıyla zihin bulandıran laflardır. Bunlara gülüp geçmek kolay, ama bu tür masallara inanmayı özel bir bakış açısına sahip olmak gibi görenler, “halkın en uyanık kesimleri” içinde bile mebzul miktarda var. Bunun en zararlı yanı, o “komploları” yaratanların her şeye kadir olduklarının peşinen kabul edilmiş olmasıdır. Biz mahkûm, çaresiz oyuncaklar haline geliyoruz ve “üst akıl” tarafından belirlenmiş bir süreçte kurbanlık koyun gibi gidiyoruz! Tarihte pek çok örneği görülmüş küresel salgınlardan bir yenisiyle karşı karşıyayız ve durum bundan ibarettir. Bu süreçte politikalar, hak ve çıkarlar çatışmaktadır. Önemli olan hangi hak ve çıkarların peşinde hangi politikalarla hareket edileceğidir. Komplo analizleri yerine buna kafa yormakta fayda var.
- Tabi ki soyut olan bir şeyin pratiğini sormak saçma olabilir ama teorik olarak sosyalist bir ülke böylesi bir durumda ne yapardı? (Sosyalist ülkenin yer ve zaman kavramında Ortadoğu ülkesi ve 2000’li yıllar ve sonrası olarak tahayyül edebiliriz.)
Aslında sosyalizm olağanüstü çözümler üretmez. Yalnızca eldeki olanakların nasıl kullanılacağına dair halk kitlelerinin çıkarlarını gözeten politikalar uygular. Bugün her aklı başında bilim insanı, halk sağlığı uzmanları, insanlığın ortak deneyim zenginliğinden ve tıp biliminin gelişme düzeyinden hareket ederek neler yapılabileceğini anlatıyorlar. Ama bütün kapitalist ülkeler, “halk sağlığı” kavramından nefret ediyorlar, çünkü neoliberal politikalar halk ile müşteri kelimeleri arasında bir tercih yaratmıştır. Bu sağlık sistemine de uygulanmıştır ve artık hasta değil müşteri söz konusudur. Bu yüzden, gerek salgın öncesi hazırlık süreçlerinde (bu bilinmeyen bir şey değil, her hükümetin olası salgınlar için uzmanların öngördüğü hazırlık protokolleri zaten vardır) gerekse salgın sürecinde kaynakların ve personelin nasıl kullanılacağına karar verilirken, kâr ya da insan tercihi yapılacaktır. Kapitalizm, doğası gereği kârdan yana yapıyor tercihini. Sosyalizm mucizeler yaratmaz, olanakları kullanırken farklı bir politika uygular, o kadar.
- Kısıtlı imkânlara rağmen Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetimin sağlık çalışanlarına tanıdığı haklar çok konuşuldu. Halkların kendi kendini yönettiği yönetim modellerinde çalışmaların şeffaf bir şekilde yürütüldüğü basına yansıyor. Bu bağlamda Türkiye’deki yerel yönetimlerin rolü hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Söz konusu pratik hakkında doğrudan bir bilgim yok. Fakat genel olarak saydamlığı ilke edinmiş bir halkçı yönetim, her an halk denetimine açık olması dolayısıyla halkın genel çıkarlarına aykırı hareket edemez, hırsızlık yapılamaz, kişi ayrımcılığına ve grup menfaatçiliğine kapılamaz. Bu yollar, halkın karar ve yürütme görevlerine dolaysız katılması sayesinde kapatılmıştır. Fakat Türkiye’deki yerel yönetimleri bu açıdan değerlendirme olanağı yoktur. Bürokratik mekanizma ile halk yönetimi denilen şey bir arada olamaz.
- Başta Zizek olmak üzere birçok isim sistemin çöküşünün olduğunu, sosyalizm için iyi fırsat olduğunu dile getiriyor. Marx’ın devrim için gerekli olarak tarif ettiği buhranların tamamlandığı iması gibi? Sizce böyle bir durum var mı? Türkiye’de ve dünyada sosyalizm için şartlar yeterli mi?
Rusya’da devrim sırasında “sosyalizm için şartlar uygun mu acaba” sorusuna işçi sınıfı hiç itibar etmedi. Devrimini yaptı ve sonra sosyalizm için koşulları pratiğiyle yaratmaya başladı. O ayrı bir mesele. Fakat eğer sosyalist bir devrim için şartların olup olmadığını tartışıyorsak, buna verilecek cevap, dolaysız olarak mevcut maddi koşullardan çıkacaktır. Her şeyden önce belirleyici öneme sahip olan işçi sınıfının mevcut örgütlenme ve bilinç düzeyi, dünyanın hiçbir yerinde şu anda sosyalist bir devrim için umut veren bir tablo çizmiyor.
Zizek tipi düşünürler, “sosyalist devrim”, “komünizm” kavramlarını içerikleri çarpılmış biçimde kullanıyorlar ve bu bozuk halleriyle ifade edilen şeylerin mümkün olduğunu söyleyebiliyorlar. Açıkçası kast edilen şey, “sosyal adalet”, “refah”, “hak ve özgürlükler” gibi hedeflerin kapitalizm sınırları içinde gerçekleşebileceği bir tür “komünizm, sosyalizm, devrim” falandır. Elbette tarihsel olarak iyimser ve umutlu olmanın zararı yok. Ama sermaye dünyası ayaktayken komünizmin gerçekleşebileceğini ummak, iyimserliği aşan bir masalcılıktır.
- Son olarak işçi sınıfı ve sınıf kavramı uzun dönem sonra yeniden bu kadar yoğun tartışılıyor. Bu konuda neler söylersiniz?
Marx, Manifesto’da kapitalizmin gelişmesinin aynı zamanda proletaryanın saflarının genişlemesi anlamına geleceğini yazmıştı. Günümüzde bunun beklenmedik biçimler altında gerçekleştiğini söyleyebiliriz. “Proleter” imgesi, balyoz tutan nasırlı eller, sefalet içinde teneke evlerde yaşayan yığınlar olarak kaldığında, bugün bilgisayarının başında kafa-emek gücünü satarak yaşayan milyonlarca modern insanı “proleter” olarak görmekte zorlanırız. Önemli olan artı değer yasasının o insanı hangi sınıfa dâhil ettiğidir. Kuşkusuz farklı işkolları ve farklı üretim alanları arasındaki farklılıklar, işçi sınıfı içinde de farklılıklar doğurmaktadır ve bu tarihin her döneminde vardır. Yüksek ücret alan işçinin görece iyi koşullarda yaşaması onu proleter saflarının dışına çıkarmaz. Aksine şöyle düşünelim, en yüksek ücret alanlar genellikle en büyük fabrikaların, otomotiv, elektronik vs. fabrikalarının işçileridir. Basitçe, bir inşaat amelesinin mi, yoksa yüksek ücretli bir fabrika işçisinin mi daha fazla sömürüldüğünü sorsak, pek çok insan oyunu inşaat amelesine verecektir. Oysa yaratılan artı değer açısından bakılınca, otomotivde çalışanın çok daha büyük bir sömürü altında olduğu görülür. Elbette onlar, daha iyi evlerde, belki otomobillere de sahip olarak yaşamaktadır ve aynı anda inşaat işçisi sığınacak bir çatı bile bulmakta zorlanarak ekmek arası ıspanak yemektedir. Sorunun cevabı, bu görüntüde değil, yaratılan artı-değer miktarındadır.
Günümüzde işçi sınıfı hakkında söylenecek olanlar, 150 yıl öncesinde Marx tarafından söylenenlerden daha farklı olamaz.