Coronavirüs salgını, sadece sağlık sistemindeki bir krize işaret etmekle kalmıyor. Salgın aynı zamanda Türkiye dahil birçok ülkede, bu ülkelerin ekonomik gelişmişliklerinden, refah düzeylerinden bağımsız olarak ortaya çıkan ağır yönetim krizlerini de görünür kılıyor. ABD gibi asırlardır emperyalist ve hegemonik bir devlet olarak yoksul ülkeleri talan etmiş bir ülkenin bile yurttaşlarının sağlığa erişimi konusunda ne kadar az yol kat ettiği, sisteminin sadece kapitalizmi korumaya endeksli olduğu anlaşılmıştır. Ekonomik düzeni bir şekilde sürdürme ve siyasi iktidarını muhafaza etme güdüsünün halk sağlığını korumanın önüne geçtiği birçok başka ülkede de hastalığa karşı tedbirler büyük gecikmelerle alındı ya da uygulanamadı.
Türkiye de salgın sırasında ortaya çıkan siyasi ve ekonomik yönetim krizlerine iyi bir örnek teşkil ediyor. Siyasi iktidar zaten epeydir halka artık yeni bir şey sunmuyor, çözüm üretemiyor, ülkeyi yönetemiyordu. Kuralsız ve ilkesizce bir günden diğerine değişen, günü birlik uygulamalarla, hep kendi ekseninde çarkını
döndürüyordu. Bu salgın sırasında da kutuplaştırma siyasetini sürdürüyor hükümet.
Muhalefetin salgının yayılmasına karşı her türlü önerisini önce direkt, tartışmaksızın reddediyor, sonra aynı uygulamayı bu defa kendisi gecikmiş olarak ve panik halinde, yine tartışmadan, kimseye danışmadan gündeme getiriyor. Bırakın tabip odaları gibi sivil toplum örgütleri ile işbirliği yapmayı, hekimlerin bu en örgütlü kurumunu medya eliyle düşmanlaştırıyor.
Yoksul halk kesimleri bu süreçte büyük mağduriyetler yaşıyor ama hükümet muhalefetin her türlü yardım faaliyetini yargı eliyle sabote ediyor.
Kendisi ise can derdine düşmüş halktan sadaka kültürünü sürdürerek oy devşirmeye çalışırken, zenginleri yanında tutmak için önlemlerin tasarlanmasında patronlara işbirliği toplantıları düzenliyor. Patronlara borç erteleme, mali destek, işçilere ve halka ise imzalı kolonya ve maske paketi düşüyor. Salgının etkisiyle işsizlik çığ gibi büyürken, hiçbir akılcı önlem alınamamasının temel sebebi, başkanlık rejiminin bütün kararları bir kişinin onayı ve tercihine bağlamış olmasıdır. En hayati meselelerde bile AKP-MHP koalisyonu parlamentoyu tıkıyor ve çalışamaz hale getiriyor. Bunun sonucu olarak da ülkenin kaderi bir azınlığın iktidar hırsına teslim edilmiş oluyor.
Sadece geçen cuma gecesi ülkenin büyük bir bölümünde uygulamaya sokulan iki günlük sokağa çıkma yasağının başlamasına iki saat kala açıklanmasının sebep olduğu durum, sokaklardaki panik hali bile, hükümetin karar süreçlerindeki aksaklık ve tıkanıklığı göstermektedir.
Sokağa çıkma yasağının ilan edildiği saatlerde sokaklarda görülen izdihama verdikleri tepkiler, yandaş medyanın da halkın sorunlarından ne kadar bihaber olduğunu ortaya koymuştur. Neyse ki, muhalefet partilerinin kazandığı belediyeler bütün engellemelere rağmen art arda yeni uygulamaları devreye sokarak halkın yükünü bir nebze olsun hafifletiyor.
Kürt kurumlarının ülke genelinde bir nevi komünal yapı oluşturarak içinde dayanışma başlatmış olması alternatif uygulamalara iyi bir örnek olacaktır. Bu salgın bir kez daha ulus devletlerin kriz durumlarında ne denli hantal kaldığını göstermiştir. Artık ulus kavramını aşan yeni bir toplumsal dayanışma ve sözleşme kavramına ihtiyaç vardır. Bu yeni toplumsal örgütlenme, demokratik bir ulus biçimine dönüşerek çok daha iyi işleyecek bir sistemin önünü açacaktır.