Büyükşehirlerde sokağa çıkma yasağı sırasında ortaya çıkan görüntüler, salgının halkı nasıl bir tedirginliğe sürüklediğini göstermiş oldu. Sosyal mesafe ve maske gibi basit kuralların unutulduğu bir panik havası marketlerin, fırınların önünde kalabalık kuyrukların oluşmasına yol açtı. İnsanlar hastalıktan çok sokağa çıkma yasağının hayatlarında yol açacağı olumsuzlukların kaygısı ile harekete geçmiş, dar zamanda birtakım eksikliklerini gidermeye çalışmışlardı. Tabii bu durum pek çok kişinin tepkisini çekti ve kişilerin kendi hayatları kadar belki esas olarak toplum sağlığını sorgulamasına sebep oldu. Kuşkusuz, bir vurdumduymazlık görüntüsü mevcuttu. Ancak ortaya çıkan durumun virüsün yayılma hızını tetikleyeceğine dair öngörüye yaslanan yorumlar bir temel gerçeğin görmezden gelindiğini de gösteriyordu. Söz konusu görüntüler, büyük AVM önleri ve üst sınıfların yaşadığı semtlerden değil kenar mahallerdeki küçük marketlerin önünden yani işçilerin yoğun yaşadığı yoksul mahallelerden geliyordu. Salgına karşı uygulanan karantina ve sosyal mesafe gibi tedbirler buraların halkının hayatına hiç uğramamıştı.
İnsan, yaşadığı gibi düşünür derler. Yoksul halkı gerekli stokları yapmayıp sosyal mesafeyi bozmakla eleştirenler, bu halkın davranışına yön veren temel gerçeklerle bağını çoktan koparmış olanlardır. Yoksul halkın marketler önündeki yığılmasını cehaletle açıklayanlar bu halkın davranışlarını güdüleyen yaşam koşullarına gözlerini kapayanlardır. Televizyon ve sosyal medya görüntüleri üzerinden yoksul insanların davranışları hakkında yorum yapmadan önce bu insanların neden böylesi bir pervasızlıkla hareket ettiğine kafa yormak anlamlı olacaktır. Böylesi bir anlama çabası kaçınılmaz olarak buralarda yaşayan insanların hayatlarını nasıl idame ettirdiği olgusunu açığa çıkaracaktır. Yoksul mahallerinde yaşayan insanlar genel olarak günlük yaşar, günlük kazanıp günlük harcar. Az kazandıkları için bu mahallerde toplanmışlardır ve çoğu zaman gündelik kazançları gündelik harcamalarını karşılamaya yetmez. Bu nedenle iki günlük sokağa çıkma yasağı son anda ilan edilince marketlerin önünü doldurmuşlardır. Güvencesiz işlerde çalışan, gününü zor kurtaran insanların panik halinde marketlerin önüne yığılmasını eleştirmekten öte bu paniği yaratan iktidarın keyfi, halk düşmanı politikalarını eleştirmek anlamlı olacaktır.
Sosyal mesafe meselesine gelirsek; işçilerin hayatında sosyal mesafe ve eve kapanma olgusu yoktur. Salgın başladığı andan sokak yasağına kadar işçiler, kalabalık ve sağlıksız ortamlarda çalışmak zorunda kalmışlardır. Devlet tedbir adına attığı bütün adımlarda hayatını gündelik kazançlarla idame ettiren, hizmet sektöründe ve kayıt dışı çalışan yüz binlerce insanın işsiz kalmasına ve yaşamını sürdüremez hale gelmesine yol açmıştır. Reel sektörde çalışanlar ise kalabalık şantiye, atölye ve fabrikalarda çalışmaya devam ettiler. İktidarın doğrudan gelir desteği ve ücretli izin yoluyla üretimi zorunlu sektörler hariç durdurmaması, işçiler için sosyal mesafenin sadece laf düzeyinde kalmasına yol açtı. İktidar, salgına karşı yoksul yığınların ölümle sınandığı ve adına “sürü bağışıklığı” denilen bir uygulamayı üstü örtük bir şekilde devreye koydu. Bu uygulama esas olarak salgının hem ekonomik hem de insani yükünü işçi sınıfı, yoksullar ile hasta, yaşlı ve engelli bireylerin sırtına yıkan vahşi bir tercihtir. Bu bir politik tercihtir. Sağlık ve bilimle alakası yoktur. Buna karşılık yoksulların ve işçilerin tercihi ise yaşamsal bir tercihtir. Ölümün ve hastalığın olasılık olduğu güncel hayatta işsiz kalındığında sefalet ve açlık mutlaktır.
Bu durumun kendisi doğallığında işçi havzalarını ve yoksul mahallerini virüsün temel yayılma alanlarına çevirmiştir. Bu bir iddiadan öte somut verilerin ispat ettiği bir gerçekliktir. Açıklanan veriler İstanbul ve Kocaeli gibi büyük sanayi havzalarında salgın vaka sayısının ülke toplamını katladığını ortaya koymaktadır. Kalabalık büyük sanayi şehirlerine Zonguldak’ın eklenmesi rastlantı değildir. İstanbul’da salgının yoğun olduğu ilçelerin işçi mahalleleri olması, Bağcılar, Esenler, Bayrampaşa, Esenyurt gibi bölgeler olması da tesadüf değildir. Fabrikalardan peş peşe hastalık haberleri gelirken işçilerin salgınla kucak kucağa çalıştığı gerçeği belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. İşçiler, salgını kendi yaşam yerlerine taşımaktadır. Fabrikalarda sterilizasyon ve sosyal mesafe gibi olgulardan uzak tutulanların yaşam yerlerinde neden bunlara uymadığının sorgulanması ise insafsızlık olacaktır. Salgın, ABD’den İngiltere’ye dünyanın her yerinde yoksulları ve işçileri vurmaktadır. Salgının sınıf ayrımı yapmadığı söyleminin bir safsatadan ibaret olduğu, ortaya konulan verilerle bir kere daha açığa çıkmıştır. Salgın yoksulları vuruyor.
Özgür Müftüoğlu hocanın deyimiyle; “Salgın, kapitalizmin ve onun uygulayıcısı siyasi iktidarların sefaleti kadar, ‘sınıftan kaçan’ ve ‘özne olma rolü’nü reddedenlerin de ne kadar aciz duruma düştüğü gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi.” Salgın sadece kapitalizmin insan geleceğine bir şey vadetmediğini değil sınıftan ve öz gücünden kaçanların da geleceğinin olmadığını ortaya çıkardı. Bir kere daha devrimci bir özne ihtiyacı açığa çıkarken bu konuda harekete geçmeyen devrimci yapıların sırtına ağır bir vebal yüklenmiş oldu. Bölük pörçük yapısıyla sosyalist hareketin bu ihtiyaca cevap olmadığı görülmüş oldu. Halkın büyüyen öfkesini sermayeye karşı bir mücadeleye dönüştürecek öznenin inşası için harekete geçmek gerekiyor. Şimdi değilse ne zaman?