İtalyan filozof Roberto Esposito, ‘Zorunluluk hiçbir yasa tanımaz’ diyerek, cezaevlerinin boşaltılması söz konusu olacaksa, ilk başta politik mahkumların serbest bırakılması gerektiğini vurguladı
Georgio Agamben ve Jean-Luc Nancy’den sonra koronavirüs ve biyopolitika bağlamında tartışmaya İtalyan çağdaş düşünür Roberto Esposito da dahil oldu. Esposito, virüs sürecinde biyolojik yaşam ile politikanın birbiriyle sarmalanmasının en rahatsız edici yanının demokratik ülkelerin otoriter eğilimler göstermeye başlaması olduğunu belirtti.
Cezaevlerinin büyük risk altında olduğu bu süreçte, Michel Foucault’ın da kanıtladığı gibi biyopolitikanın her zaman cezaevlerine yöneldiğini de hatırlatan Esposito, Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Eylül Deniz Yaşar sorularını yanıtladı.
“Demokratik rejimlerin politik prosedürlerinin Çin gibi otoriter rejimlere doğru” rahatsız edici bir savrulmada olduğunu yazdınız. Normalde otoriter rejimlere mahsus katı tedbirler hayata geçiriliyor ancak yine de krizin önüne geçilmesinde yeterli olmuyor. Günümüz otoriter rejimlerin biyopolitika aracılığıyla insanlar üzerine sağladığı kontrolün zincirlerini kırmak için bir başlangıç olabilir mi?
Böyle yazdım, çünkü bir pandemi durumunda alınacak kararların hızlı olması gereği nedeniyle, İtalyan hükümeti gibi, demokratik hükümetler bile, hükümete ve hatta hükümetin liderine özel yetkiler veren özel tedbirler almaya zorlanıyor. Bahsettiğim bu yetkiler parlamentonun normal yasama yetkilerini aşma eğilimi gösteren yetkiler. Bu egemen bir iradenin arzusu için değil, bir ihtiyaç durumu için olur. Hukukçuların dediği gibi “zorunluluk hiçbir yasa tanımaz”, bazı durumlarda yasanın kendisini oluşturması anlamında tanımaz. Bununla demokratik rejimlerin aynı olduğunu, hatta otoriter ve totaliter rejimlere yaklaştığını söylemek istemiyorum. Her zaman temel bir ayrım vardır. Demokratik rejimlerde, hükümet tarafından ilan edilen Olağanüstü Hal durumunun bile, İtalya’da olduğu gibi bir parlamento tarafından onaylanması gerekir. Şu kesin ki, şu an koronavirüsün patlak vermesiyle yaşadığımız gibi durumlar, tüm siyasi rejimleri, kararların merkezileştirilmesine doğru itiyor. Önemli olan, kendisinden sonra normal durumun yeniden tesis edileceği acil durumun/olağanüstü halin ne kadar sürdürüldüğüdür.
Türkiye’de, koronavirüs gündemiyle birlikte “af düzenlemesi” hayata geçti. Ancak dünyadaki cezaevi boşaltmalarından daha farklı. Türkiye’de, mevcut iktidar siyasileri, Kürt özgürlük ve barış mücadelesinde yer alanları, gazetecileri, avukatları, akademisyenleri “terör suçu” adı altında serbest bırakmıyor. Biyopolitikanın cezaevlerinde yoğun uygulandığını biliyoruz. Politik tutukluların bedeni üzerinden bu “ayrımcı” uygulamayı nasıl değerlendirebiliriz?
Biyopolitika, Michel Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” kitabı ile başlayan ilk çalışmalarında kanıtlandığı gibi, her zaman hapishanelere ve mahkumlara yönelmiştir. Kontrol ve ceza aslında diğerlerinin onun üzerinden yükseldiği biyoiktidarın orijinal jestleridir. Genel durum dışında Türkiye’nin durumunu bilmiyorum. Demokratik bir hukuk devletinde siyasi mahkumlar olmamalı, aktivistler, yazarlar, avukatlar gibi. Sanırım politik mahkumlar için devlete karşı faaliyetler gerekçe gösteriliyor. Bu arada, sanıkların hangi güvenceler verilerek yargılandığını ve yargılamaların nasıl yürütüldüğünü incelemeliyiz. Her halükârda, bir tür af ya da hapishanelerin belirli bir şekilde boşaltılması söz konusu olacaksa, sıradan suçlular yerine ilk başta politik mahkumların serbest bırakılması gerekir.
Geçen hafta polis bir cenaze törenine “koronavirüs tedbirleri” ve “sağlığı” gerekçe göstererek, gaz bombaları ve tazyikli suyla müdahale etti. Bu, ölüm orucunun 288’inci gününde yaşamını yitiren Helin Bölek’in cenazesiydi. Bu örnek ışığında, iktidarların, insan hakları ihlallerini meşrulaştırmak için artık “sağlık, yaşam, güvenlik” gibi kavramları seferber edeceklerini gösterir mi?
Siyasi bir amaca ulaşmak için bir halk sağlığı standardını kullanmak -bu durumda özellikle önemli bir cenazeyi yasaklamak- bir tür biyopolitik tedbirdir. 19. yüzyılın başlarında başlayan ve gittikçe daha ve daha güçlü hale gelen bir dinamiğe göre, biyopolitikanın tamamı tıptan faydalanıyor. Bu tarif ettiğiniz durumda, hükümete karşı tezahür edebilecek bir olayı önlemek için bugün dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde kabul gören bir sosyal mesafe tedbirini kullanma niyeti var. Bu durumda, tıbbi bir prosedürü belirli bir amaca yönelik politik bir prosedür haline getiren, bir politik dizpozitif (beden içindeki güç kullanımı sürdüren mekanizma ve bilgi yapılarına atıfta bulunan terim) içinde bir sağlık dizpozitifinin somutlanmasından bahsediyoruz.
Özellikle koronavirüsle gelen acil durum süresince “ulusal sağlık” neredeyse “ulusal güvenlik” ile eş anlamlı şekilde kullanılmaya başlanırken “savaş” ve “görünmez düşman” gibi metaforları, ulus-devlet liderleri fazlaca kullanılıyor. Ancak ulus devletlerin, sadece salgına değil, göç ya da ekoloji üzerinde yaratılan tahribat gibi sorunlara çözüm üretemediği de tartışma konusu. Virüs sürecinde insanlar küresel bir otoriterliğe gitme konusunda kaygılı olsa da bir yandan dünyanın daha ekolojik, daha adil, daha dayanışmacı bir seyre girebileceği fırsatı var mı? Örneğin, küresel ölçekte ve demokratik temelde “topluluklar birliği”, “halklar birliği” gibi oluşumlar kurulabilir mi? Size göre ulus devletlerin ve otoriter rejimlerin alternatifi ne olabilir?
Siyaset, her zaman savaş dilinden çekilen sözcükleri metafor olarak kullanmıştır. Carl Schmitt gibi sağcı teorisyenler, Prusya’nın stratejistlerinden Von Clausewitz’in formülünü ters çevirerek, tüm siyasetin muhatap alınacak bir düşmanın varlığını gerektiren bir savaş türü olduğunu savundular. Ayrıca biyolojide -örneğin bağışıklık sisteminin tanımında- Susan Sontag’ın eleştirel bir şekilde belirttiği gibi, savaş metaforları sıklıkla kullanılır. Bu, koronavirüsün otoriter anlamda kullanılmasına yol açıyor. Virüsün “taç” anlamına gelen adı bile, onu egemen terimler altında tanımlamaktadır. Bunun yerine, mevcut kriz, tüm krizler gibi, tersi yönde de kullanılabilir. Demokratik ve toplumcu uygulamaların başlatılması için bir fırsat olarak en azından bulaşma riski azaldığında ve sosyal aktiviteler yeniden başlatıldığında.
Bahsettiğiniz dikkat çekici bir biyopolitika döngüsü var: Politikanın tıbbileşmesi ve tıbbın politikleşmesi. Sizce biyopolitikanın bu ikili sarmalını kırabilmek için alternatif bir halk sağlığı kurmanın olasılığı var mıdır? Bir çeşit “karşı biyo-politika” yaratmak için devletsiz, özyönetime dayanan, özerk topluluklar fikrini nasıl değerlendirirsiniz?
Ben şahsen, hayatın üzerinde değil, ama hayatin kendisinin olumlayıcı bir biyopolitikası olabileceğine inanıyorum, Tıp alanında bile. Örneğin, hayat kurtaran ilaçların kullanımını ilaç şirketleri ve patent sahiplerinin getirdiği maliyet yükünden kurtararak. Ancak, olumlayıcı bir biyopolitikanın, devletlerin -tüm devletlerin- sonunu ve bir anarşi rejimini içermesi gerektiğine inanmıyorum. Biyopolitikanın olumlu kullanımına mutlak suretle karşı çıkmayan demokratik devletler var. Kendi kendini yöneten topluluklara/özyönetim topluluklarına gelince, onları mevcut siyasi formlara nasıl eklemleyeceğimizi anlamamız gerekiyor. Ancak bu durum devletten devlete açıkça değişmektedir.
Artık meşhur ifadeyle “sosyal mesafeyi korumak” döneminde yaşıyoruz. Bu süreç daha fazla devam ederse, toplumsal karşı koyuşlar ve muhalif örgütlenmelerin seyri nasıl olur? Naom Chomsky bu konuda, “Şimdi ise gerçek bir toplumsal yalıtım halindeyiz. Bunun üstesinden ancak toplumsal bağların mümkün olan tüm yollar ile yeniden oluşturulması ile gelinebilir” diyor. Sizin bu konudaki düşünce ve önerileriniz nedir?
Şu anda, bu röportajla, uzaktan da olsa bir tür sosyal faaliyet yürütüyoruz. Sonuçta, sosyal medya kullanımı son haftalarda oldukça arttı. Sosyal medya önemli bir kaynak, çünkü -ister demokratik ister otoriter olsun- hükümetlerin engellemesi zor bir kaynak. Bu açıdan bakıldığında virüsün sertçe darbe vurduğu küreselleşme geriye döndürülemez. Elbette sosyal medya, canlı toplantıların ve hatta siyasi protestoların yerini alamaz. Siyaset ve aynı zamanda toplumsal yaşam için canlı bedenler olmazsa olmazdır. Bununla birlikte, toplumsal yaşamın devam etmesi için, salgın kıskacının gevşemesini beklemek gerekecektir. Ancak bu sırada herkes iyileşme süreci için hazırlanıp bu süreci örgütleyebilir.
ANKARA