Saray’ın “İnfaz Tasarısı” üzerine TBMM Adalet Komisyonu ve Genel Kurul’un ilk günündeki görüşmeler bir kez daha “distopya”da “adalet” dendiğinde esasen “adaletsizlik”in kastedildiğini çırılçıplak ortaya koydu. “Koronavirüs salgını”na karşı koyma mecburiyetlerinin “muhtaç olduğumuz milli birlik ve beraberlik ruhu”nu ayağa kaldırmak için bir fırsata dönüştürülmesi beklentilerini berhava etti. Süren görüşmelerde HDP’ye kimse eşlik etmezse sonuç belli: Lümpenler çıkacak, Dostoyevski’nin sözleriyle “halklarımızın en yeteneklileri, en güçlüler”i, rejime karşı koymaya cesaret etmiş devrimciler ve muhalifler “Ölüler Evi”nde yatmaya devam edecek, üstelik daha zalimane koşullarda!
Hakkını yemeyelim, distopyanın komuta merkezi aslında bu tür safiyane “milli birlik” heveslerine meydan vermemek, varsa bertaraf etmek açısından üzerine düşenleri yapıyor. Erdoğan, mevzu gündeme düşer düşmez “teröristler, katiller, ırz düşmanları, eroinciler hariç” demiş, Adalet Bakanı’nı huzura çağırarak yasayı dikte etmişti. Ne olur ne olmaz, anlamazdan gelmesinler diye de tasarı TBMM’ye sevk edilmeden bir gün önce Cezaevleri Yönetmeliğini değiştirerek, olduğu gibi İnfaz Yasası’na dahil edilmesi buyruğunu vermişti. Ancak, genel toplumsal idrak süreçleri de siyaset sınıfının aklı da henüz eski düşünce alışkanlıklarıyla işliyor. Başkanlık rejimi gece uykuda gördükleri bir kabusmuş gibi davranıyor, her sabah güne aslında öyle bir şey olmamış, bu gördükleri kötü bir rüyaymış gibi başlıyorlar.
Bu bir yandan iyi bir şey, toplumsal zihnin henüz teslim alınamadığını, Saray rejiminin içselleştirilmesi ve kutsanması gereken bir şey değil, bir yol kazası olarak görülmeye devam ettiğine dair bir işaret. Ama öte yandan devlet makinası eninde sonunda toplumun beklentilerine değil, Sarayın kararlarına göre işlediği için de kötü bir şey: Rejimin hamlelerinin olduğu gibi okunmasını geciktiriyor, muhalefetin her şeyin nihayetinde olması gerektiği gibi olacağı hayaliyle avunmasına yol açıyor. Muhalefet TBMM olmazsa Anayasa Mahkemesi, o da olmazsa AİHM var diyerek kendisini avuturken, “Atı alan Üsküdar’ı geçiyor!”
Erdoğan ve Bahçeli, öte yandan, bu İnfaz Tasarısının “milli birlik ve beraberlik”e katkıda bulunacağını söylerken toplumsal gerçekliğe tamamen aykırı bir yalan söylüyor sayılmazlar. Çünkü, başka yerde de ifade ettiğimiz gibi “1923’de ‘bir millet yaratmak’ için yola koyulan Cumhuriyet’in ‘üniter’ kabuğu içinde artık üç ‘millet’ yaşıyor: Kalbiyle, ruhuyla, teniyle yediği yemeği, içtiği suyuyla içinden çıktığı topluma arkası dönük, geleceğini küresel piyasa ağları içinde arayan; surlar gerisinde kurulmuş kale kentlerde yaşayan sermaye milleti ya da popüler deyişle ‘beyaz Türkler’; varoşların, uzak kent ve ilçelerin kara deliklerinde yitip giden emekçilerin, işsizlerin; yoksulların, mülksüzlerin, ‘sakatlar’ın; emeklilerin; ‘fuzuli nüfus’un oluşturduğu ‘öteki’ millet; ve tel örgüler, mayınlar, kontrol noktaları ile çevrelenmiş coğrafyalarında zillet, yoksulluk ve yoksunluğa mahpus Kürt milleti!”
Koronavirüs krizinin bütün kötülükleri yanında bir aydınlatıcı hizmeti oldu. İdrakinde olmayanlar için bu “milli” çizgileri, bütün çıplaklığıyla gözler önüne sererken, rejimin hangi milletin “birlik ve beraberlik”inin siyasi aygıtı olduğu konusundaki bütün kuşkuları ortadan kaldırdı. Britanya’nın ünlü II. Dünya Savaşı dönemi Başbakanı Winston Churchill siyasete yeni girdiği günlerde söylediği “suç ve ceza”ya dair sözleri bu açıdan açıklayıcı sayılabilir: “Kamunun suç ve suçluya nasıl muamele edileceğine ilişkin zihniyet ve hissiyatı, herhangi bir ülkenin uygarlık düzeyine dair en şaşmaz ölçülerden biridir.”
Koronavirüs salgını günlerinde yürürlüğe sokulan iki rejim kararı bu “zihniyet ve hissiyat”a dair kuşku götürmez bir saydamlık sunuyor. Ortaya getiriliş, meşrulaştırılış ve yasalaştırılış süreciyle “İnfaz Tasarısı” ve “çarklar dönsün” kararlılığıyla ilan edilen “İstikrar Kalkanı” bir arada rejimin varlık nedeninin ve uygarlık düzeyinin “beyaz Türk milleti”nin ihtiyaçlarıyla belirlendiğine kuşku bırakmıyor.
Koronavirüs salgını toplumun bütün dokularına aynı anda saldırır saldırmaz, rejimin öncelik ve hassasiyetlerini görünmezleştiren bütün efsunlu laflar, süslü örtüler ve meşruiyet edebiyatı bir yana savruldu. Sarayın salgından ilk “kurtarılacaklar” listesinin başında “herkes”, ve “herşey” yoktu; sermaye ve “sermaye milleti” ve onun “neşe”si vardı. Salgının sırtını duvara dayadığı hapisane nüfusunun Koronavirüs’ten kurtarılacak seçkinleri listesinin başını da “gayri meşru âlem”in çocukları çekiyordu: Karmanyolacılar, hırsızlar, gaspçılar, kundakçılar, haraççılar, ve elbette kitabına uydurulmak şartıyla, sübyancılar, tecavüzcüler, kadın katilleri, nefret suçluları… Bütün takım taklavatıyla birlikte lümpen proletarya!
Tencere yuvarlandı, kapağını buldu. Lümpen burjuvazinin “milli birlik ve beraberlik” peşinde koşarken, eninde sonunda burnunu tutarak, başını öte yana çevirerek de olsa lümpen proletarayla kucaklaşması “eşyanın tabiatı”ndandır. Sosyal mücadeleler tarihi “sivil toplum”u lümpen çetelerle kuşatıp boyun eğdirmeye kalkışmamış bir tek diktatörlük yazmıyor. İpleri rejime bağlanarak kontrollü bir biçimde salıverilmiş bu “gayri meşru alem” evladının yükselen toplumsal mücadele günlerinde “milli birlik” adına neler yapabileceklerini merak edenler aradıkları bilgileri Bahçeli’nin evrakı metrukesi içinde bulacaklardır: Veli Can Oduncular, Haluk Kırcılar, Abdullah Çatlılar, Drej Aliler ve daha neler neler… Bahçeli’nin darbe günlerinde Erdoğan’a “Her gün suç işliyorsun, gel suçu Anayasa hükmü ilan edelim, sen de kurtul biz de” derken gözünü diktiği ufuk buydu işte! Ona hapiste tutması için “teröristler”i verdi, arka kapıdan çıkartmak için “katilleri, eroincileri, ırz düşmanları”nı aldı.
Bu “milli birlik”te işçilerin, kadınların, Kürtlerin, yoksulların, ezilenlerin ve onların kurtuluşu için mücadele edenlerin yeri olmayacak elbette. “Öteki millet”e ve Kürt milletine kalan, varoşlar, güvenlik bölgeleri, kirpiler, panzerler ve yüksek güvenlikli cezaevleri, yattıkça daha çok yatacak yıl üreten İnfaz Yasaları…
Böyle olmayabilir miydi? Nesnel koşullar daha iyisi için çok elverişli olmasa da muhalefetin yaşadığı dünya hakkında daha açık seçik bir fikir, en az Erdoğan kadar idrak sahibi olması rejimin cezaevlerini sözcüğün en çıplak anlamında “zindan”a çevirmesini, dünyayı radikal muhalefet için “zindan”a dönüştürmek için böylesine cüretkâr hamlelere teşebbüs etmesini o kadar kolaylaştırmayabilirdi. Bu İnfaz Yasası toplumsal muhalefete ve siyasi taleplerine yönelik bir meydan okumadır. Rejimin amacı “hayatı cezaevine sığdırmaktır”. Muhalefet ancak TBMM’ye sığmadığını gösterdiği ölçüde bu meydan okumayı boşa çıkartabilecektir.