Birileri bunları şuna inandırmış: Bu salgının sonunda dünya mahvolacak, bütün sistemler çökecek, küresel bir Darvinizm teorisine uygun olarak o kargaşanın içinde ayakta kalabilenler yıldız gibi parlayacak, elbette o yıldız da Türkiye olacak! Doğrusu ben, işin en başındaki tayfanın bu kadar saf-ideolojik bir yaklaşıma sahip olduğunu, böyle bilim-kurgu filmlerini andıran gelecek projeksiyonlarına inandığını düşünmüyorum; orada daha çok ‘olursa olur olmazsa ben zaten yükümü tutmuşum’ rahatlığı var ama en azından dışa karşı pompaladıkları böyle. Millet düpedüz kırılırken, özellikle sanayinin belkemiği İstanbul ölüm rekorlarına koşarken “çalışabilen her fabrikamız çalışacak” gibi laflar edip, bunu da götürüp İstiklal harbine filan bağlamak, başka türlü açıklanabilir bir şey değil.
Çok net söyleniyor ve duydukça insanın kanı donuyor: “Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşmasının önündeki engeller adeta kendiliğinden kalkıyor.”
Nasıl kalkıyor? Engeller nedir ve kimlerdir? ‘Bir işe yaramadan soluk alıp veren’ yaşlılar değilse eğer, sanırım bundan diğer kapitalist ülkelerin üretim ve ticaret gücünün zayıflaması ve bu arada dev hamlelerle ‘dış kulvardan gelerek öne geçen’ Türkiye’nin herkese tur bindirmesi kast ediliyor! “Kurulan yeni dünyada en güçlü şekilde yerimizi almak için çok çalışacağız” sözünün tek anlamı bu olsa gerek.
Normal zamanlarda olsa, insanlar sapır sapır ölmese, ‘Amaan hep aynı terane işte’ deyip dikkate almayacağımız şeyler bunlar: Sıradan seçim muhabbetleri!
Ama öyle değil. Birincisi, yaşadığımız şeyin şaka kaldırır bir tarafı yok. Dalga geçmiyoruz burada. Milyonlarca insan tedirginlik içinde her akşam ölüleri sayıyor, her geçen gün durum daha da ağırlaşıyor ve kasaba politikacılarının bize verdiği ‘durum kontrol altında’ güvenceleri de hiç akla uygun görünmüyor. Dahası, ‘şu zamanda pik yapar, sonra da inişe geçer’ gibi kerameti kendinden menkul teorilere kim inanıyor bilmiyorum ama sağlık politikalarını rüzgâra göre ayarlayıp ‘hele bir hızını alsın yavaşlar’ gibi laflarla yönetmenin aptallığı ortada.
İkincisi, herkes çöker biz kalırız muhabbetinin de zerre kadar anlamı yok. “Azdan az gider çoktan çok gider” diye mahalle argosundan araklanmış bir laf vardır ya hani, son derece aptalcadır! Mahalle kavgasında bile aptalcadır ama ekonomide tümden zırvadır. Tersine, ekonomide, azdan çok, çoktan az gider! Bu tür krizlerin hepsini, kırılganlıkları daha az, altyapıları ve mali zeminleri nispeten daha güçlü olanlar ağır yaralarla da olsa atlatırken, ortada ve dipte olanlar çöküntüye uğrar. Nasıl sıradan bir işletmede kriz döneminde patronlar yaz tatilinden ve lüks arabalarından biraz ‘fedakârlık’ ederken işçiler kendini kapının önünde bulursa, nasıl ülke çapındaki bir krizde -şu anda Türkiye’de olduğu gibi- ilk darbeyi birikimi/dayanıklılığı az olan alt ve orta sınıflar yerse, dünya planında da aşağı yukarı aynı şey gerçekleşir. Daha şimdiden birbirinin maskesine, eldivenine göz diken haydutların sofrasında kimsenin kimseye acıması da olmaz. Dillere pelesenk edilen şu saçma tekerlemenin tam tersine, beş dünyadan büyüktür! Sen iç politikada bunu saf izleyicilerine yuttursan da gerçek değişmez! Beş beştir, dünya da dünyadır ve beşin dünyadan büyüklüğü, gezegenimizdeki zenginliğin çoğunu kontrol eden yüzde 1’lik azınlığın gücünün büyüklüğü kadar nettir! Evet, böyle bir hengâmede mali gücü en yüksek olanlar da ağır yara alırlar ama o yaralardan bile para kazanmanın bir yolunu bulurlar; öte yanda ise Ruanda, Cibuti, Haiti çöpe gider; daha ortalarda durup, belli konjonktürlerde kendini bir matah zannedenler de çöp tenekesinin ağzında yerlerini alırlar. İşler bu kadar nettir! Nettir ve gerisi boş hamasetten ibarettir!
Bugünkü durumun bir sabah değişeceği ve insanların gözlerini kırpıştırarak sığınaklarından çıkıp hayata şevkle sarılacağı varsayımı da felaket filmlerinin son sahnesi olarak çok fiyakalıdır ama insanların gerçek yaşamında bir karşılığı yoktur. Şu anda sayısı bile tam bilinmeyen ama 4-5 milyona yaklaştığı tahmin edilen yeni işsizler kitlesinin o sabah güle oynaya hayata başlayacakları bir varsayım olarak bile değersizdir. Bu süreçte kapanan on binlerce atölyenin, işletmenin çarklarının aniden çalışmaya başlayacağı da, ötelenen borçların birdenbire topraktan fışkıran kaynaklarla şakır şakır ödeneceği de tatlı hayallerden ibarettir.
Yani sonuç olarak, yedi düvele tur bindirmek için kullanılacağı varsayılan o ‘dış kulvar’ yalnızca bir efsanedir ve gaza basıp ‘altın vuruş’ yapmanın da sonu büyük ihtimalle bariyerlere çarparak tepetaklak yuvarlanma sonucunu doğurur.
Başta da söylediğim gibi, ben, birkaç ‘Diriliş Ertuğrul’ meczubu dışındaki tepe kadronun bu gerçekleri bilmediği kanaatinde değilim. İktidar cenahındaki hâkim eğilim ise, her zamanki ‘Allah’ın lütfu’ çerçevesi içinde işleri yürütmek, bir yandan da “Elin Macar’ı yaptı benim neyim eksik” mantığı üzerinden gitgide despotikleşecek olağanüstü durum tedbirlerini kalıcılaştırarak yeni bir siyasal sistemi oturtmak gibi görünüyor.
Devrim öncesi Rusya’sında birkaç mucize uydurup Kremlin’i avucunun içine alan Rasputin namındaki meczubun Türkiye versiyonları tabii ki var, yok değil ama şahsen bizzat kendisi Rasputin rolünü de üstlenmiş olanın yanında bir mana ifade etmiyorlar. Tek olmak böyle bir şey çünkü! Memlekete Rasputin lazımsa…
Netice itibarıyla, bugünün sorunu, bu tekere çomak sokacak bir gücün kendisini geliştirip öne çıkarması olarak görünüyor. Sonucu belirleyecek olan, teorisyenlerin kehanetleri değil, bu somut çaba olacaktır. Bunun için bize kılavuzluk edecek olan ise ‘şahsım’ın dün üstüne basa basa tekrarladığı şu cümle olabilir: “Evde kalarak geçirdiğimiz günlerde depoladığımız enerjiyi yeni dönemde daha çok çalışarak değerlendireceğiz.”
Nasıl da yol gösterici bir cümle değil mi?
Bütün saatlerin kaderi bu olmalı: Arada bir doğruyu göstermek!