Önce Sağlık Bakanı “Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin” dedi ve toplumu evde kalmaya çağırdı. Sonra Erdoğan “Önceliğimiz üretim ve ihracat” sözleriyle başladığı konuşmasını “Herkes kendi kişisel karantinasını ilan etsin” diyerek sürdürdü. “İşçileri çalıştırmaya devam eden, geriye kalana ‘evden çıkma, elini yıka, kolonya sür’ telkininde bulunan” bu yönelimi Hakkı Özdal “sınıfsal karantina” olarak tarif etti. Aslında bu tanımlama ile iktidarın salgın karşısındaki politikasını da açıklamış oldu. Tüm dünyada hükümetler salgın karşısında en tekin yol olarak virüsün yayılma hızını frenlemeye çalışan toplumsal karantina uygularken, Türkiye’de iktidar salgından bir sınıfsal karantina uygulaması ile çıkma yolunu seçti. İktidar, nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan sermayeyi salgına ve salgının sosyal, ekonomik olası sonuçlarına karşı korumaya alırken halkın büyük bir kısmını kendi başının çaresine bakmakla yüz yüze bıraktı. Bu bir sınıfsal tercihtir ve bu tercih her gün devreye konulan uygulamalarla iyice belirginleşmekte, açığa çıkmaktadır. Salgının yayılmasını engellemek için devreye konulan tüm yasaklardan işçi sınıfının muaf tutulması bunun açık göstergesidir. İnsandan insana yayılan bir salgın döneminde bir yandan evde kal çağrıları yapılırken öte yandan şantiyelerde ve fabrikalarda üretimin kesintiye uğramaması temel alınmaktadır. Tüm kısıtlamaların üretimin devamını temel alarak devreye konulması göstermektedir ki, işçi sınıfı salgın karşısında gözden çıkarılmıştır. Esas mesele işçi sınıfının, kendisini gözden çıkaranları gözden çıkarıp çıkarmayacağındadır.
“Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. Aşağıdaki ölüm olasılık, yukarıdaki açlık kesin”. Yaşanan bir göçük sonrası gazeteciye maden işçisinin söylediği bu sözler, işçilerin neden ölümü göze alarak çalıştığını izah ediyordu. 18 yıllık AKP iktidarının işçi sınıfı için özeti bu cümlede gizlidir. İşçi sınıfı açlık ve ölüm cenderesinde düşük ücretle, güvencesiz çalışmaya zorlanmıştır. Salgın günlerinde yapılan bundan farklı değildir. Açlık ve sefalet cenderesine alınan işçiler kalabalık, sağlıksız iş yerlerinde salgınla kucak kucağa çalışmaya zorlanmaktadır. Bu zorlamanın sonuçları hemen kendisini ele vermeye başlamış, işçi nüfusunun yoğun olduğu yerlerde salgının yayılma hızı artmış, ölümler çoğalmıştır. “Evde kal” çağrısının evde kalma imkânı olanlar için yapıldığı, işçileri kapsamadığı anlaşılmıştır. Devlet “evde kal” çağrıları yapıp üretimi devam ettirerek, patronların hem canını hem de malını koruma altına almıştır. Söz konusu olan bir yönetim krizi değil bir yönetim şeklidir. İktidar, bir avuç zenginin çıkarlarını koruma uğuruna milyonları ölüm ve açlıkla yüz yüze bırakmıştır. Devlet, yapması gerekeni yapmış, temsil ettiği sermayenin çıkarlarını koruma altına almıştır.
Yapması gerekeni yapmayanlar ise emek ve demokrasi güçleridir. “Evde kal” çağrısı devlet kadar muhalefetin de sloganı haline gelmiş bulunuyor. Toplumun büyük çoğunluğunun hayatını sürdürebilmek için çalışmak zorunda kaldığı ve devletin işçilere çalışmayı dayattığı koşullarda devrimci hareketlerin evlere çekilip bilgisayar başında “evde kalın” çağrıları yapma lüksü yoktur. Devrimciler, işçi sınıfı ve yoksullara evde kalma koşullarının yaratılması için mücadele çağrıları yapmak durumundadırlar. Kabul edilmelidir ki, böylesi çağrıların evlerde internet başında yapılabilme şansı yoktur. Yaşanmakta olan salgınla mücadele etmenin bilinen en etkin yolu tüm toplumu kapsayan aktif karantina uygulamasıdır. Böylesi bir uygulama ise zorunlu sektörler hariç tüm üretimin durdurulmasıdır. Hayatın durdurulması anlamına gelen bu uygulama ancak toplumsal ihtiyaçların doğrudan devlet eliyle karşılanması sayesinde olur ve bu, tüm devlet imkânlarının halkın yararına seferber edilmesiyle sağlanır. İktidarın halkın sağlığını değil üretimin devamlılığını temel aldığı kabul edildiğinde böylesi bir siyasetin devreye konulmasının ancak iktidara ve sermayeye karşı mücadele ile olabileceği görülecektir. İşçiler yaşamsal nedenlerle sokaktaysa devrimciler de sokakta olmanın yollarını bulmalıdır. Salgının yaşamsal risk yaratması gerçeği ortada olmakla beraber işçilerin bu riskin altında çalıştığı koşullarda devrimcilerin böylesi riskleri göze almaktan kaçınması anlamsız olacaktır. Devrimci hareketler tüm kadrolarını mobilize edecek, halkla bir şekliyle temas edecek yöntemleri geliştirmekle sorumludurlar. Bunu yapmamak her çeşit iddiadan da vazgeçmek demek olacaktır.
Emek ve demokrasi güçleri ile devrimci hareketlerin yapması gereken, ancak şimdiye kadar yapmadığı bir diğer iş ise hızlı bir şekilde işçi sınıfı ve yoksul halklara seslenecek, onların doğru bilgiye ulaşmasını sağlayacak, dayanışma ağlarını koordine edecek ve yaşamsal taleplerini politize edecek bir güç birliğinin, bir çeşit alternatif kriz masasının oluşturmasıdır. Böylesi bir oluşumun olmazsa olmazının Kürt halkıyla omuz omuza bir mücadele örmek olduğunu hayat defalarca ortaya koymuştur. Çeşitli bahanelerle Kürt Özgürlük Hareketi’nden uzak durmanın maliyeti, işçi sınıfı ve yoksul halkların, devletin ve sermayenin insafına terk edilmesi olacaktır. Buna izin verilmemelidir.