Özgür basın geleneğinden gelen bir gazetede yeniden yazmaya başlamış olmak benim için büyük bir keyif ve büyük bir onur elbette. Bu basın geleneğinin ilk oluşturulduğu günlerden beri çok uzun süre okuyucusu, gönüllü dağıtımcısı, gönüllü muhabiri oldum. Ve yaklaşık beş altı yıldır da aralıklarla da olsa bu basın geleneğinden gelen kimi gazetelerde yazarlık yaptım. Bizim kuşağın gençlik yıllarında tanıştığı bu gazete ve dergiler adeta kutsal bir kitabın her hafta yahut her gün vahiyle indirilen sayfaları gibiydi. Korkuyorduk elbet başlangıçta bu gazete ve dergileri almaya. Öyle ya Bitlis’te sadece bir tek gazete bayii vardı ve kimin hangi gazeteyi aldığını gazete bayiinin bildiği kadar polis de bilirdi. Ve muhtemelen polisler her gün gazete bayiini yoklar, kaç gazete satıldığını ve bunu kimlerin aldığını sorgulardı. Polisin gazeteyi kimlerin satın aldığını biliyor olduğunu bilmemiz bir yandan içimizdeki korkuyu büyütürken bir yandan da adeta bir dinin ilk tebliğ edildiği müminler gibi kendimizi seçilmiş insanlar olarak duyumsar ve bundan müthiş bir kıvanç duyardık. Bu metinlere atfettiğimiz kutsiyet ve kıvanç duygusu her geçen gün artarken yüreğimizdeki korku da gittikçe azalıyordu.
Başlangıçta sadece bir tane gazete alıyorduk. Herkes deşifre olmasın diye sürekli aynı arkadaşımızı gönderiyorduk gazeteyi almaya. Ve gerçekten sadece bir tane gazete satılıyordu bayide. Gazeteyi alan arkadaşımızı şehrin hemen dışındaki eski yıkık değirmenin orada heyecanla beklerdik. Arkadaşımızın polis tarafından alınıp alınmadığı kadar gazetede ulaşacağımız haber, yazı ve yorumlar bu heyecanın temel sebepleriydi. Önce gazeteyi tutan el belirirdi tepenin ardından sonra soluk soluğa koşturan arkadaşımızın bedeninin geri kalanı. Neredeyse ikişer üçer defa okurduk gazetedeki tüm yazıları, haberleri. Üzerine tartışır, yorumlar yapardık. Her gün tekrar ettiğimiz bir kutsal ayine dönüşmüştü bu adeta. Sonra yeni bir dine iman etmiş tüm müminler gibi kimliğimizi aşikar kılmaya ve bize gönderilen bu kutsal metinleri başkalarına da tebliğ etmeye karar verdik.
Sayımızı tam hatırlamıyorum, sanırım sekiz on kişi kadardık ki ben dışında sanırım sadece iki kişi hayatta o gruptan. Sekiz on kişi birlikte aralıklarla gidip tek tek bayiden gazete almaya başladık. Bayiden çıktığımızda gazeteyi saklamıyorduk artık. Gazeteyi okumak için de artık eski değirmenin oraya değil, şehir merkezindeki kahvelere gidiyorduk. Başlangıçta hepimiz aynı kahveye gidip gazeteyi açıp okuyorduk. Daha sonra ikişer ikişer farklı kahvelere gidip aleni bir şekilde gazeteyi okursak tebliği işlevimizi yerine getirmiş ve insanları gazeteyi almaya cesaretlendirmiş oluruz diye karar verdik. Gerçekten de bu işe yaramıştı. Gazete alanların sayısı hayli çoğaldığı gibi pek çok kahvede gazetenin aleni şekilde okunduğunu görebiliyorduk artık. Bu bize müthiş bir moral ve cesaret vermiş, polis korkumuzu neredeyse sıfırlamıştı. Gençlerin, özellikle üniversite okumaya gidip yazları Bitlis’e dönen gençlerin ve gittikçe lisede okuyan gençlerin müthiş bir ilgisi oluşmaya başlamıştı.
Ferhat Tepe de bu gençlerden biriydi. Bizden birkaç yaş daha gençti on sekiz, on dokuz yaşlarındaydı. Bizim ilk grubumuzda değildi, ama bizimle birlikte oturmaya, gazete satın almaya ve gazete okumaya başlamıştı. Ben üniversiteden 1993 yılının yazında Bitlis’e döndüğümde Ferhat’ın gazetenin muhabiri olduğunu öğrendim. Beni müthiş heyecanlandırmıştı bu haber. Gazetede Ferhat’ın haberlerini de okumaya başlamıştık. Üst üste cesur haberler yaptı. Temmuz ayının sonuydu, bir akşam üstü kahvede hep birlikte oturuyorduk ertesi gün Van Gölü’ne yüzmeye gitmek için program yaptık. Ferhat da bizimle birlikteydi. O gelemeyecekti göle, habere gitmesi gerekiyordu. Ertesi gün gölden döndüğümüzde yanımızdan kalkıp giden Fehat’tan haber alınamadığını duyduk. Ferhat’ı ve ondan iki yıl sonra gözaltında intihar ettiği iddia edilen arkadaşım gazeteci Safiyettin Tepe’yi de belki başka bir yazımda anlatırım. İşte bu gelenekten gelen bir gazetede yazmanın paha biçilmez değeri bu benim için.