Erdoğan yönetiminin covid-19 salgını karşısındaki tavrı, iktidarın yoğun güvenlik önlemlerine rağmen muhalif basın ve siyasetçilerin ağır eleştirisi altında. Muhalefet çevreleri siyasal iktidarın kriz yönetimi açısından iflas etmiş olduğu görüşündeler. Erdoğan’ın yaklaşımı, çoğunlukla Brezilya devlet başkanı Jair Bolsonaro’nun halk sağlığı tehdidini ciddiye almayan tavrına benzetiliyor.
Ama Erdoğan’ın krizi avantaja çevirme konusundaki olağanüstü yeteneği dikkate alındığında, bu yetersizlik ve iflas teşhislerinin yanıltıcı olduğu iddia edilebilir. 2015 yılının 7 Haziran ve 1 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen benzeri görülmemiş şiddet dönemine bakmak, krizden fırsat yaratma bahsi üzerine öğretici olacaktır.
7 Haziran genel seçimi sonuçları, yüzde 41 oy alan AKP’nin tek başına iktidarını sonlandırmış, HDP’yi ise yüzde 13 oyla Meclis’in üçüncü büyük grubu yapmıştı. Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu koalisyon hükümeti kurmak için görüşmelere başlarken, temmuz ayından itibaren cihatçı DAİŞ tarafından yapıldığı iddia edilen bombalamalar ülkeyi sarsmaya başladı. Suruç ve Ankara Gar patlamaları, bu saldırıların en kanlı olanlarıydı. Beş aylık süre zarfında cereyan eden bombalı saldırılar, operasyonlar, tutuklamalar ve Kürt illerinde sokağa çıkma yasakları, yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlandı.
Bu kadar travmatik olayın üst üste gerçekleşmesi alışıldık bir durum olmadığından siyasal analistler, durumun sonuçlarını tahmin etmekte zorluk yaşıyorlardı. İşte bu noktada, Naomi Klein’ın ‘Şok Doktrini’ tezi, aydınlatıcı bir kaynak olarak öne çıktı.
Klein, ‘Şok Doktrini’ tezini 1950’li yıllarda ABD’de bireyler üzerinde yapılan elektroşok yoluyla hafıza silme deneyleri temelinde oluşturdu. Bu “bilimsel deneyler”, deneklerin belleklerini sildikten sonra beyinlerine belli mesajlar yükleyerek ‘format atma’ çabalarını içeriyordu. Böylelikle birey, kişilik bozukluklarından arınmış olarak yeniden kurulacaktı. Deneyler, bu beklenti yerine psikozu tetikleyerek ruh sağlığının tamamen yitirilmesi ve intihar gibi başarısız sonuçlar yarattı.
Klein, bu başarısız sonuçlara rağmen şok doktrininin Latin Amerika’dan başlayarak ABD güdümündeki birçok ülkede toplumsal dönüşümü hedefleyen bir politik yöntem olarak uygulamaya konduğunu gözlemliyor. Ekonomist Milton Freidman önderliğinde Şikago Okulu’nun neoliberal ekonomik doktrini ile birleşen bu müdahaleler, ülkenin siyasal ve ekonomik yapılarını yok ederek yeniden-inşanın zeminini temizlemeyi hedefliyordu. Yıkım, çoğu zaman fiziksel altyapı ile birlikte toplumsal ve kültürel hayatın da çökertilmesi sonucunu da içeriyor. Klein, bu ABD politikasının yakın tarih boyunca Şili’den Irak’a kadar dünya üzerinde yaygın biçimde uygulanışının bir dökümünü çıkarıyor.
Bu doktrine göre travma, şok ve yıkım olumsuz olgular olmak zorunda değildir; tam tersine yeniden kuruluş ve dirilişin önkoşullarıdır: Her yeniden-doğuş, kendisinden önce bir ölüm olması halinde mümkündür.
Sistematik şoklarla toplumun artan dozlarda bozulan kimyası ile birlikte muhakeme ve rasyonel düşünme kapasitesi de akamete uğruyor. Bunun ardından sarsılmış ve çökertilmiş toplumsal özneyi belli fikirler, davranış biçimleri ve değerler ile yeniden formatlama çalışmaları başlıyor.
2015’in o beş aylık süresi boyunca sistematik şoklarla sarsılan Türkiye toplumunun politik seçimini bir yana bırakarak can güvenliğine sarılmak zorunda kaldığı görüldü. Ölüm tehdidi altında, hayatta kalmak politik tercihlerden çok daha önemliydi. 1 Kasım seçimlerinde AKP yeniden tek parti hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşırken HDP bir miktar oy kaybederek milletvekili sayısında azalma yaşadı.
“İleride Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman… en kritik birkaç aydan biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır.” Bu sözler, radikal bir komplo teorisyenine ait değil; dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu tarafından bir muhalif parti kurmaya karar verdiği zaman sarf edildi. Davutoğlu şunları da söylüyor: “Terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz.” Başta kendisi olmak üzere diye ilave etmeyi unutmayalım.
Bu deneyimin üzerinden bir yıl geçmeden, bir başka kolektif siyasal şok (15 Temmuz darbe girişimi) Erdoğan için yeni bir politik fırsat üretecekti. OHAL şartlarında yapılan bir referandumla başkanlık sistemine geçildi.
Koronavirüs salgını, bütün dünyada hayatın büyük ölçüde durduğu bir olağanüstü hal ortaya çıkarmış bulunuyor. Dünya üzerindeki bütün insan toplulukları benzer biçimlerde sarsılıyor, bir küresel kolektif şok yaşandığı söylenebilir. Türkiye’de alınan ve alınmayan önlemlerin bu kolektif sarsıntıyı iyileştirmek yerine derinleştirme doğrultusunda olması belki de yeni bir krizi avantaja dönüştürme pratiğinin habercisi.
Herkesin neye uğradığını şaşırarak felaket ve dehşet senaryoları ürettiği bir ortamda Erdoğan’ın şu ‘müjdeyi’ vermiş olması rastlantı olmayabilir: “Umduğumuzdan da güzel bir tablo bizi bekliyor.”
(Devam edecek)