Olgunlaşma dönemini yaşayan insan aklı, düşündüğü birçok şeyi önemsemeye başlar, düşüneceği şeyi hemen paylaşmaz, zaman ve mekânı iyi seçer ve sözü ona göre kurar, çünkü ancak uzun süre taşınan bir düşünce insana aitlik hissi verebilir. Çember kelimesinin bende yarattığı çağrışım da buna benzer bir aitlik özelliğine sahip. Çemberin salt dairesel bir formdan ibaret olmadığını düşünmüşümdür hep. Uzun zamandır bana verilmiş olan bu sır, bir kördüğüm gibi içime oturmuş ve durmadan benliğimin evini daraltıyor. Doğumumla birlikte hayatıma dadanan, aitlik duygumun en yoğun bağı olan Êzidîliğin kara talihiyle birebir alakalı bir sırdır adını andığım çember.
Başkaları için dairesel bir geometrik şekilden ibaret olan çember, halkımın şehnamesinde yarılması zor bir ölüm çemberidir. Kürdi coğrafyada Êzidî Çemberi olarak rivayet edilen melanetle, çağımızın daralan çemberleri arasında müteharrik bir bağ olduğunu tahayyül ediyorum ne yazık ki. Bağlamın bu noktasından hareketle öncellikle Êzidî Çemberi mefhumuna bir göz atmak gerekiyor. Êzidîlerin kozmogonik dünyasında çemberin dairesel formu hem güneşin hem de ayın yerküreye yansıyış şeklinin temsili sembolü olarak kabul görür. Êzidî mitolojisinde çember, gökseldir, Tanrı’nın bizatihi merkezidir, hem aşkındır hem mümtazdır, içten dışa, dıştan içe bağlı göksel nizamın dairesidir. İlk mukaddes safhasının yüzü ve aydınlığa açılan ilahın göz şeklidir. Yüzlerini dönüp avuçlarını açıp duaya durdukları “büyük ateş çemberidir”.
Onun için çemberin halis hali Êzidîler için kutsîdir, tezahür etmemiş olanın, zamanı kuşatan mekânın ve mekânı var eden zamanın da sembolüdür. Bu sembol kadim Doğu’nun bütün kültürlerinde göksel bir tılsımla anılmıştır. Bu yüzden Doğu’nun ilk bilgeleri ve antik filozofları ona tinsel bir özellik atfetmişlerdir. Tarihin tanıklığında ulvi kabul edilen çember, Êzidî dünyasında özenle yaşatılmıştır ama ne yazık ki aynı çember onlar için bir ölüm çemberine dönüşmüştür.
Êzidîler inançları gereği dairesel çemberi kutsal kabul ettikleri için başka inançtan biri tarafından etraflarına çizilen çemberden çıkmazlardı ve bu durum genellikle musibetle sonuçlanırdı. Başkası tarafından çizilen bir çemberden çıkış ancak çemberi çizenin kendisinin ya da başka birinin bir kapı açmasıyla mümkün olabilirdi. Ne var ki o kapı çoğu zaman açılmazdı ve çember peyderpey bir ölüm girdabına dönüşürdü. Dolayısıyla çember Êzidîler için salt metafor değildi, dinamik bir olguydu ve onun mutlak hakikati ise keskin bir ölüm belahatıydı. Çemberin tekinsizleşen sıradanlığı bir yandan ruhsal bezginlik ve varoluşsal kaygıyı haşin bir ölüm terbiyesiyle dayatırken, diğer yandan da içindekini çemberin “sadık bekçisi” haline getiriyordu. Böylece çemberin içindekinin dünyaya uyum sağlama hali hem dışarıya adım atma istencini yok ediyordu hem de çemberin dehşetine alıştırma özelliği taşıyordu. Zira çember köşesiz bir dairedir, ne başı ne sonu, ne altı ne de üstü vardır, nereye gidilirse gidilsin içerisinde olmaktan öteye gidilmeyen kavşaksız bir yerdir.
Böylece çember, içerideki için zamanla emin bir alana doğru evirilir ve anbean darlaşan o nefessiz dairede kurban olmaya çaresizce rıza gösterir. Mütearife aşamasına geçen çemberin hakiki hali metaforik manada genişlemeye başlar içeridekinin geri kalan zihninde. İçeridekinin belleğinde genişlemeye başlayan çember çok kısa bir sürede benlik merkezinden uzaklaşır ve başkasına ait olan çemberin çizgileri kendisine aitmiş gibi görünmeye başlar. Oysa o yarıkların tamamı içeridekinin kendi ruhsal dünyasında yarattığı yanılsamalardan başka bir şey değildir çünkü çemberin nizamı her zaman çemberin dışındakinin kontrolündedir. Zaman zaman çemberin dışına çıkma arzusu uyansa da geçmek istediği çemberin dışı değil başka bir çemberin içine doğru ilerlemektir. Birinden kurtulmaya çalışırken bir diğerinin içine düşer, üzerine geleni iterken diğeri ona doğru hareket eder, birinden kurtulmadan diğerine hapsolur. Varlığın saf hali bile çemberler arası kargaşada sönüyor.
Vebanın vebalini kime yükleyeceğimizi kara kara düşündüğümüz bugünlerde, içinde bulunduğumuz çemberler daha da daralıyor, çember içinde çemberler oluşuyor, her yeni çemberle içinde bulunduğumuz daire daha da daralıyor ve bize ait olan bu çemberlere hapsolmaya rıza gösteriyoruz. Başkalarının etrafımıza çizdiği bu çemberler Êzidîlerin rivayetinde olduğu gibi hepimizi içerlemiş durumda ve bir kapının açılıp açılmayacağı ise her zamanki gibi halen meçhul. Onun için, içinde bulunduğunuz meşkûk dünya ve gönüllü izolasyon, tarihteki Êzidî Çemberinin kara talihini hatırlatıyor. Belki de çemberden çembere bir geçiş serüvenidir bugünlerin belirsizliği. Bir tarafımız içeride, diğer tarafımız ise dışarıdadır hakikat sonrası dünyada. Umudu büyüten iyimserliğin çemberinden uzaklaştığımız bir çağın çemberinden geçişimiz ise “artık” herkesin malumudur. Çemberin içindekiler ile dışındakiler arasındaki mesafenin ise her geçen gün kısalarak tükendiğine hep birlikte tanıklık ediyoruz. Bizi bekleyenin ne olduğunu bilmeden bir çemberden diğer bir çembere geçiyoruz şuursuzca. Alışık olmadığımız bir aitlik kargaşası yaşıyoruz ve her birimizin üzerine çemberin içine hapsolan bir Êzidî’nin çaresizliği çöküyor…