Alman ARD televizyonunun yaptırdığı bir anket, Alman toplumunun büyük bir çoğunluğunun hükümetten son derece hoşnut kaldığını gösteriyor. Ankete katılanların yüzde 63’ü Merkel kabinesinin çalışmalarına iyi veya çok iyi notunu verirken, kriz yönetiminden hoşnut kalanların oranı yüzde 72’yi geçiyor. Artan bu hoşnutluk ise, sadece muhafazakârların işine yarıyor: Koalisyon ortağı SPD yüzde 16 ile güncel oy oranını sadece sabit tutabilirken, CDU/CSU’nun oranı yüzde yedi artarak yüzde 34’e ulaşıyor. Buna karşın, ırkçı-faşist AfD de dahil olmak üzere, tüm muhalefet partileri puan kaybediyor.
Düzenli olarak her hafta yapılan “Deutschlandtrend” anketi, egemenler lehine kamuoyu görüşü oluşturmada yardımcı olmasının yanı sıra, bilimsel metotları nedeniyle Almanya’daki toplumsal iklimi gerçeğe en yakın gösterebilen bir araç. Ve Alman burjuvazisi bu aracı toplumsal rıza üretiminde kullanmada son derece usta. O açıdan Ren kapitalizminin sosyal devlet (!) deneyimlerine sahip olan “Berlin Cumhuriyeti’nin” hâlihazırda müthiş bir toplumsal destek sağladığı söylenebilir. Dahası, Alman emperyalizminin bir zorunluluk olarak gördüğü otoritarizm inşası için, faşizm sonrası dönemde şimdiye dek hiç olmamış biçimde toplumsal rıza üretebilme fırsatını yakaladığını iddia edebiliriz.
Geçen haftaki yazımızda emperyalist-kapitalist dünya düzeninin krizlere hemen her yerde parlamenter diktatorya oluşturarak yanıt verdiğini belirtmiştik. Sahiden de pandemi bağlamında yürürlüğe sokulan uygulama ve yasaları göz önünde tutarsak, otoritarizm inşasının ne denli hız kazandığını görebiliriz. Bilhassa toplumsal muhalefet dinamiklerinin zayıflatıldığı, direniş potansiyellerinin – genellikle reformist sol aracılığıyla – sistem için “zararsız” alanlara kanalize edilebildiği coğrafyalarda Covid-19 pandemisine karşı verilen mücadele ile egemen sınıflar için yeni fırsatlar ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de yaşayan bir insana “olağanüstü hâl” veya KHK’larla yönetilmek konusunda bir şey anlatmaya gerek yok. Ancak bu deneyimin sadece Türkiye gibi ülkelerle sınırlı kalacağı söylenemez. Özellikle burjuva demokrasisinin “en iyi” işlediği iddia edilen merkez Avrupa ülkelerinde toplumlar muhtemelen uzun bir süre alışmadıkları yasaklar ve emirlerle yaşamak zorunda kalacaklar. Akıllı telefonlar, internet ve diğer teknik araçlarla devasa bir kontrol mekanizma ağı geliştirilen AB ülkelerinde insanlar, Holywood filmlerinden tanıdıkları veya distopi romanlarında okudukları koşullar altında yaşamak zorunda bırakılacaklar.
Şu an için özellikle risk grubundaki insanları tehlikeye atmamak ve neoliberal uygulamalarla içi boşaltılan sağlık güvence sistemlerinin kapasitesini zorlamamak için kişisel mesafelenmelere uymak, dikkatli davranmak ve herkesin evde kalabileceği koşulları talep etmek en doğru olanı şüphesiz. Alman devleti 600 milyar euroluk bir bütçeyle hem kendisini krize hazırladı hem de toplumun ezici çoğunluğunun her türlü hak ve özgürlüklerin askıya alınması için rızasını alabildi. Asıl sorun, pandemi sonrasında ne olacağıdır.
Kimi dostumuz yazılarında “kapitalizmin sonunun geldiğini”, insanların kapitalizmin gerçek yüzünü gördüklerini vb. tespitleri paylaşıyorlar. Örneğin Ziya Ulusoy yoldaşımız dünkü makalesinde, “kapitalizme karşı mücadele bilincinin gelişeceği” ve “Ekolojik yıkımdan kurtuluşu da içeren bir toplumsal sistem arayışı yaygınlaşacaktır” umudunu ifade etmiş. Virüs nedeniyle insanların yeni arayışlara girdiğine katılıyoruz. Ve elbette örgütlü mücadele olmadan değişim olmayacaktır. Virüs şüphesiz yeni fırsatlar yarattı. Ancak, Alman devletinin anayasasına aykırı olarak orduyu yurt içinde göreve sokmaya hazırladığı bir dönemde bu fırsatların kime daha çok yarayacağını sormak zorundayız. Umut kırmak istemeyiz, ama gidişat toplumsal kurtuluşa değil, rıza gösterilen otoritarizme doğru gibi görünüyor. Önümüzdeki on yılların gerçek “1984’lere” dönüşmesini nasıl engelleyebileceğimizi düşünmeliyiz. Hem de acilen.