Bir meselenin önemini ifade etmek için onun, “her işin başı” olduğunu söylemek, adettendir. “Her işin başı”, kimi zaman eğitim olur kimi zaman güvenlik kimi zaman da sağlık. Koronavirüsün tüm yaşamı kuşattığı bu günlere en yakışanın, “her işin başı sağlık” sözü olduğu düşünülebilir. Fakat ben şu günlerde de her işin başının “demokrasi” olduğuna inananlardanım. Her gün on binlerce sağlık çalışanı yaşamları pahasına virüs salgınıyla baş etmeye çalışırken “Demokrasi de nereden çıktı?” diyenler olacaktır. Kısaca anımsatalım…
Mart ayının ilk günlerini anımsayın; virüs salgını, kapı komşumuz İran’ı, Yunanistan’ı sarmış, Türkiye’ye “Bir an önce önlem alın!” uyarıları yapılmasına rağmen hükümet, uyarılara kulak tıkamış, hiçbir şey yokmuş gibi yaşam devam etmiş. Sağlık Bakanı 8 Mart’ta yaptığı açıklamada Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 104 ülkede virüs vakasının görüldüğünü “Türkiye’nin sıkı önlemlerle bu listeye girmemeyi başardığını” gururla ifade etmiş. Ardından da bıyık altından gülerek, “Komşularımız ve Avrupa önlemlerde yavaş kaldı.” diye de eklemiş. 9 Mart’ta yaptığı açıklamada aynı üslubu sürdürmüş ve “Eğer önlem almamış olsaydık, İtalya gibi olabilirdik” demiş. Bu süreçte koronavirüsü ağzına alanlar, hükümet karşıtı ilan edilmiş hatta Emniyet Müdürlüğü “virüsün Türkiye’de görüldüğüyle ilgili haber paylaşanlar” hakkında işlem başlatılacağını duyurmuş.
11 Mart gece yarısı Sağlık Bakanı’nın “Bir koronavirüs vakası görüldü!” açıklamasıyla – isteksizce de olsa- bir takım önlemler alınacağını duyuruluyor. Ama bu açıklamanın sabahında öğrenciler okullarına gitmeye, yurtlarda bir arada kalmaya devam ediyor. Ardından iki haftaya yayılan süreçte üniversiteler, camiler, kafeler, berberler, lokantalar vs kapatılıyor; ulaşıma sınırlama getiriliyor.
Birçok işletme çalışanlarını beş parasız kapının önüne koyuyor, hükümet “evde kalın” kampanyaları yaparken diğer taraftan üretim ve finans faaliyetleri durmadığı için milyonlarca emekçi işe gitmeye devam ediyor. Oysa virüsü engellemenin tek yolu; sosyal mesafenin korunması. Bunun için çok zaman kaybediliyor, toplum sağlığı hiçe sayılıyor. İşyerlerinden gelen bulaşma ve buna bağlı ölüm haberleri giderek artıyor. Cumhurbaşkanı ise açıkladığı bir takım paketlerde, hâlâ patronların kârını korumayı önceliyor. Toplumun diğer kesimlerinin payına ise daha fazla borçlanma ve bağış yapmaları için iban numarası düşüyor!
Zar zor kabullenilen koronavirüse karşı savaşta, sağlık emekçileri cepheye sürülüyor ama neoliberal dönüşümle özelleştirilen, piyasalaşan sağlık sistemi yerlerde sürünüyor artık. Özel sağlık kurumlarının büyük bölümüyse, çaresizlik ve panik içindeki hastaları daha fazla “yolarak” ve çalışanlarının ücretlerini düşürerek salgını fırsata çevirme peşinde.
Bakanlık, görevini canhıraş yapmaya çalışan sağlık personelini korumaktan aciz. Kamu sağlık kuruluşlarında yoğun bakım ünitesi ve gerekli malzemelerin yanı sıra personel için koruyucu ekipman da eksik. Dahası en ön cephede savaşan sağlık emekçilerinden gerçekler saklanıyor. Virüse yakalanan aile hekimlerinin maaşları kesiliyor. Bilgi akışı sağlanmadığı ve önlemler alınmadığı için şimdiden birçok sağlık emekçisi yaşamını yitiriyor. Hemşire Ayşe Balaç ve Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu bunlardan sadece ikisi. Görevi başındayken virüs bulaşan yüzlerce sağlık çalışanı ise (bu yazı kaleme alındığında sayı 601 idi) yaşam savaşı veriyor.
Koronavirüsten korunmanın temel kuralı olan sosyal mesafenin korunamayacağı yerlerin başında cezaevleri ve askeri alanlar geliyor. Hazırlanan infaz yasasıyla mahkûmların bir kısmı tahliye edilirken siyasi iktidar gibi düşünmediği için terörist ilan edilen on binlerce mahkûmun yaşamı tehlikeye atılıyor. Askerler için de durum pek farklı değil, yüzlerce, binlerce askerin bir arada yaşadığı birliklerde sosyal mesafe kuralına uyuluyor mu, bugüne kadar koronavirüs vakasıyla karşılaşıldı mı, bilinmiyor.
Türkmenistan’da otokratik iktidar, “koronavirüs” sözcüğünü yasaklayarak korunmaya çalışıyor. Otoriter yollarla koronavirüsle baş edilebilir mi? İktidar sahipleri egemenliklerini korur mu bilinmez ama halkın sağlığının korunamayacağı çok açık. Türkiye’de de tek adam iktidarı, koronavirüsü önce inkâr yoluna gitti ancak “henüz” Türkmenistan kadar kapalı olunmadığından olsa gerek “geç de olsa” kabullenmek durumunda kaldı. Bu gecikme ne kadar cana mal oldu, bundan sonra daha ne kadar cana mal olacak, bilmiyoruz. Ama şu rahatça iddia edilebilir: Neoliberal dönüşümle beraber sağlık sistemindeki piyasalaşma da otoriter rejimler de can kaybını arttırmıştır.
Sözün özü, birbirinden ayrışmış gibi görülse de ekonomik ve siyasal alanda otoriterleşme yani demokrasiden uzaklaşma, diğer pek çokları gibi koronavirüsü de insanlığın başına bela etmiştir. O yüzden bu süreçte en isabetli sözün “her işin başı demokrasi” olduğunu düşünüyorum. Irk, dil, din, mezhep, cinsiyet vs nedenlerle ayrımcılık yapan, demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü göz ardı edenlerin de şapkalarını önlerine koyup yeniden düşünmelerini öneriyorum.