Xanim Serençelik
İtalya, bir yanı bahar bahçe Sicilya, Sardinya adaları, bir yanı dağlar, göller, ormanlar. Bu güzelim doğaya bir de tarih, mimari, sanat da eklenenince haliyle Avrupa’nın ve tüm dünyanın turizm merkezi oluvermiş.
Bugünlerde ise yaşadığımıza hayıflandığımız zamanlardan geçiyoruz yine. İtalya’da pek çok yerde olduğu gibi insanlar bir ayı aşkın bir süredir evlerdeler. Ama çoğunluk dört duvar arasında değil. Yaşam alanlarının bir parçası olan evler, genel olarak tek katlı ya da iki katlı ve bahçe içerisinde. Haliyle herkes her zamankinden belki biraz daha fazla bahçedeki ağaçla, çiçekle meşgul, çocuklar evlerin avlularında oynayabiliyor, dahası insanlar toprağa basabildiği gibi evin bahçesine çıktığında ya da pencereden baktığında doğanın döngüsüne tanıklık edebiliyor.
Mesela bu yıl çocuklar baharı ders kitaplarında değil avlulardaki erik ağacından öğrendiler. İlk zamanlar şaşkınlık ve hayranlıkla baktığım bahçelere ilişkin kültür de meğer Rönesans zamanlarından mirasmış İtalyanlara.
Bu bir ayda çok şey oldu, karlı günlerden güneşli günlere, kıştan bahara geçildi. Erik ağaçları her yıl olduğu gibi bu yıl da erkenden çiçek açtı. Çok geçmeden mimozalar, manolyalar da çiçek açtı. Derken belediyelerin her bahar ambiyanslarla, aranjmanlarla çiçeklendirdiği alanlar bir anda dünyanın her yerinde olan, çocukken sarı çiçeklerin ardından oluşan baloncuk şeklindeki tohumlarını rüzgâra üfürdüğümüz karahindibalarla doldu. Derken yonca, derken ayrık otu… Her yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti dediğimiz zaman bu yıl uzadıkça uzayan bu bir zamana döndü. İstilacı çiçeklerin boyları bir karışı geçti. Sadece otlar çiçekler değil, sokakları dolduran insan selinin yerini bir anda ötüşen kuşlar, koşuşan kediler, denizlerdeki koca koca gemilerin ağların yerini yunuslar, balıklar türlü türlü deniz canlıları aldı. Bu yılda bunlar, göz açıp kapayıncaya kadar oldu.
Belki doğa için kısmen aydınlık bizler içinse karanlık bir zamandan geçiyoruz. Hükûmet yetkilileri, sürekli evde kalmamız yönünde uyarılar yapıyor. Evde kalma halinin herkes için mümkün olmadığını biliyoruz. Salgından önceki tüm eşitsizlik halleri salgın zamanlarına da sirayet etti tabii ki. Bu periyotta evde kalanların ihtiyaçlarını karşılamak için fabrikalarda üreten isçiler, ulaştıranlar, sunanlar çalışmaya devam ediyor. Evde kalan çoğunluk, bu süreci öngörülen takvim ve plan dahilinde geçirsin, yöneticilerin hesabi üç aşağı beş yukarı tutsun, düzen sürsün diye bir kısmımız çalışmaya devam diyor.
Can alıcı nokta devam koşullarının nasıl olması gerektiğiydi. İtalya’da, merkezi hükûmetin kişi hak ve özgürlüklerinin kısıtlılığına ilişkin sınırın belirlendiği genelgeyi yayımlamasının ardından, ilk hafta patronlara söz geçiremedi. Temel ihtiyaçların sağlanması, üretilmesi ve vatandaşa ulaştırılması için çalışması gereken fabrikalarda/işyerlerinde, marketlerde patronlar işyerlerini tam kapasite çalıştırmak, aksi takdirde ise zarara uğrayacakları için hepten kapatmak tehdidi ile çalışmalara devam ettiler. Sadece buralar değil silah üreten fabrikalar, ultra lüks yolcu gemilerinin üretildiği tersaneler de çalışmaya devam etti o hafta. Ta ki erik ağacı misali, tez elden itirazlar yükselip isçiler bu can pazarının ortasında greve gidince bir kısım sendikaların da desteği ile bu fabrikalar kapatıldı. Çalışacak olanlarda da, sadece zorunlu üretimlerin yapıldığı departmanların genelgede ifade edilen koşullarda, salgına karşı koruma önlemlerine uygun şekilde çalışılması kararlaştırıldı. Uymamaya ilişkin cezalar arttırıldı, denetim ve sorumluluğun yerel hükûmetlerde olduğu bildirildi ve yerel hükûmetlerin acilen bu görevi yerine getirmeleri istendi. Böylece evde kalanların konforu için çalışmak zorunda olanların koşullarında da iyileştirilmeye gidilmiş oldu. Hükûmetin karantinanın ikinci haftasında patronlardan, sermayeden yana değil de halktan işçi sağlığından yana dümen kırmış olması, hemen hemen herkesin ekonomik olarak asgari koruma altına alınmış olması ve hükûmetin meselenin mutfağına dair şeffaf davranmış olması, halkta güvene, karantina koşullarına, tedbirlere daha fazla uymakla neticelendi.
Şimdi tüm dünya salgın sürecini İtalya’dan iki üç hafta gecikmeli yaşamaya başladı. Haliyle burada olduğu gibi her yerde de, herkesin gözü kulağı tıp doktorlarında, profesörlerde. Çin’in kapalı bir sistem olması sebebiyle, virüs İtalya’ya gelinceye kadar dünya her ne kadar çok ayrıntılı haberdar olamadıysa da İtalya’da verilerin ve sürecin kamuoyu ve basınla daha şeffaf paylaşılması, diğer devlet ve organizasyonların öngörememe, hazırlıksız yakalanma ve benzeri sorumsuzluklarını savunma haklarını da ellerinden aldı. Ama tüm bu şeffaflığa rağmen yine de her şey istatisklere yansımıyor. İstatistiklere girmeyen ancak günlük yaşantılarımıza etkisi olan bir kaç şeyi paylaşmak istedim.
Yetkililerin yeterli ve şeffaf açıklama yapmamış ya da yapamamış olması gibi sebepler, vatandaşı en yakınındaki ya da TV ekranlarındaki doktorlardan fikir almaya, o doğrultuda hareket etmeye itti. Salgın başladığında virüs doktorlar için de bir bilinmezdi ama doktorların genel olarak çevreleriyle paylaştıkları bilgi, İtalya’da çok test yapıldığı için oranların yüksek çıktığı, virüsün muhtemelen tüm ülkelere yayıldığı, nihayetinde bir virüs olduğu için yapabileceği şeyin grip olduğu, fazladan korkmaya, paniklemeye gerek olmadığı, bağışıklık sistemi güçlü tutulduğu sürece günlük rutine devam edilebileceği bir süreç olduğu yönündeydi. Bu rutine devam telkini ne yazık ki hızla yayılan salgına hız kattı. Doktorların açıklamaları pek de bilimsel olamadı aslında. Kamuoyu ve çevreleri sürekli olarak bir fikir talep ettiği için onlar da aslında teorik bilgilerinden evvelki tecrübelerden sonuçlar çıkarmak ve paylaşmak zorunda bırakıldılar bir yerde. Bu süreçte el yordamı ile ulaştığı ya TV ekranında gördüğü sağlıkçıdan aldığı bilgi ile günlük yaşantısına devam eden kişi sayısı da pek az değil. Bu süreç İtalya’da tek tek doktorların değil ortak aklın daha doğru sonuçlara götürdüğünü gösterdi.
27 Mart itibariyle paylaşılan verilere göre salgın sebebiyle 51 doktorun hayatını kaybettiği açıklandı, ki diğer sağlık emekçilerinin istatistiği dahi yok. Bildiğimiz tek şey hastalığa yakalananların yüzde yirmisini sağlık emekçilerinin oluşturduğu. Devletlerin, organizasyonların her ne koşul altında olursa olsun mahpusların ve özgürlüğünü kısıtladığı kesimlerin yaşam haklarından ve sağlıklarından sorumlu olduğu ilkesi bu süreçte çalışması istenen sağlık emekçileri, işçiler, memurlar, kolluk ve diğer herkes için de geçerlidir. Bu sorumluluk ilerleyen süreçlerde yetkililerin yargılanmalarına sebebiyet verecek olsa da giden canları geri getiremeyeceğinden, sağlık emekçileri başta olmak üzere, tüm işçilerin, çalışanların, memurların, kolluğun, hem kendi sağlığı hem de vatandaşın sağlığı için uygun olmayan koşullarda çalışmayı belki de kabul etmemesi gerekir. İtalya, kişi başına düşen sağlık personeli sıralamasında OECD ülkeleri arasında ortalamanın üstündeyken, Türkiye sonuncu, yani 36. sırada. Bu sebeple de sağlık emekçilerinin payına azami sorumluluk ve dikkat düşmekte.
Sağlıkçılar, bilim insanları TV’lerde ya da sosyal medyada sürekli İtalya istatistiklerini baz alarak yorum yapmakta ancak bu yorumlar yapılırken her toplumun farklılaştığı, gerçekliğinin, koşullarının farklı olduğu pek de belirtilmemekte. Öncelikle istatistikler sağlıklı sonuçlara ve kesin yargılılara ulaşılabilecek yeterlilikte değil, sınırlı sayıda olması kesin yargılar için zayıf. Özellikle yaşlı ve kronik hastalıklara ilişkin İtalya sayıları baz alınarak telkinlerde bulunulmakta, genç nüfus için özellikle hayatını kaybetme riskinin neredeyse olmadığı, taşıyıcı olmaları halinde ancak yaşlılara ve risk grubundakilere hastalık bulaştıracakları ve yayılmasını hızlandıracağı için dikkatli olmaları salık verilmekte. Yüksek oranda doğru olabilir ama bir bütün olarak öyle değil. Gerekçe yapılan istatistikler İtalya toplumunun verileri ve İtalyanlar oldukça sağlıklı bir toplum, her gripte bizler gibi yatak yorgan yatmıyorlar. Bağışıklık sistemleri güçlü, hala bir tarım toplumu, doğal ürünleri tüketme oranları çok yüksek, paketlenmiş, dondurulmuş gıda tüketimi oldukça az, doğayla içi içeler, kışın kayak için yazın tatil için dağlardalar, yaylalardalar, denizlerde, tarlalarda, üzüm bahçelerindeler. Binyıllardır yaşadıkları köyde, kasabada, beldede yaşamaya devam ediyorlar ve yani tüm nüfus şehir merkezlerine doluşmuş değil. Normal zamanlarda şehir hastanelerinin acil servislerine günlük 9-10 kişinin başvurduğu bir ülke. Bu sağlıklı olma ve pek hastalanmama hali salgının önemsenmemesine ve belki de daha fazla yayılmasının da başka bir sebebi . Ancak Türkiye’de bizler sağlıklı yaşamdan, doğal gıdalarla beslenmekten çok uzağız ve kronik hastalıkların yaş ortalaması da buradan çok farklı. Türkiye toplumunun geneli açlık ya da yoksulluk sınırında yaşıyor, özcesi sağlıklı koşullarda çalışmıyor ve yaşamıyoruz. Yeterli ve sağlıklı beslenemiyoruz. Eğer ki istatistiklere sağlıklı yansırsa neticenin İtalya’dan çok farklı olacağı yüksek bir ihtimal. Bu sebeple her yaşta insanın temkinli olmasında ve doktorlarında telkinlerinde daha dikkatli bir dil kullanmalarında çok büyük fayda var.
İçimi dökmeme sebep iki şey… Birincisi salgının ülkelere toplumlara etkisinin farklı olacağı. Sunulan istatistikler İtalya da dahil olmak üzere gerçeği bire bir yansıtmadığı için varılacak sonuçlar eksik ve zayıf. Bizler hiç bir dönem maruz kalmadığımız kadar fazla, belki bir o kadar da yanlış ve şeffaf olmayan bilgiye maruz kalıyoruz. En sağlıklı olanı bu süreçte herkesin kendi korumasını kendisinin düşünmesi, kararlaştırması ve yapabildiği oranda sağlaması. İkincisi ise yaşlılara ilişkin ayrımcı söylem, haber ve sokaklardaki davranışlar. Sosyal medya kısmına hiç girmiyorum.
Toplumda, düşünmeden söz söyleme ve hareket etme hali ne yazık ki yaşlılara yönelik bir ayrımcılığa dönüştü. Pek çok tehlikeyi içinde barındıran yaş ayrımcılığı, yaşlıları hedef göstermekle kalmayıp, asıl yönelmesi, düşünülmesi ve sorgulanması gereken hususların da gözardı edilmesine sebep olmakta. Çoğu yaşam alanlarından zorla uzaklaştırılarak yüksek yüksek binalara doluşturulan yaşlıların salgına karşı verdikleri mücadele yetmezmiş gibi bir de ayrımcılıkla mücadele etmek zorunda bırakılıyorlar. Tam da doğanın dengesini bozduğumuz, yerküre ile girdiğimiz savaşın sonucunun bizleri bu günlere getirdiğinin tartışıldığı bu zamanda alışkanlıktan olsa gerek, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, doğaya üstünlük çabası, ego sebebiyle yapılan ayrımcılık bu kez yaşlılara, hastalıkları olanlara karşı daha bariz uygulanmaya başladı. Mesele ne yaşlılar, ne mülteciler, ne umreden dönenler, ne turistler ne de yurt dışında yaşayan, okuyan vatandaş. .. İtalya’da tedbirlerin uygulanmaya başlamasının üzerinden beş hafta geçti. Kimse kimseye yaşından, hastalığından dolayı hedef gösterici bir muamele ve ikazda bulunmadı. Kimse koronavirüsten dolayı, turistleri, yabancıları, göçmenleri ya da yaşlıları suçlamadı. Bu süreçte mizah çok kullanıldı ama asla bu saydıklarımız mizaha konu edilmedi. Siyasileri, aldıkları kararları, kendilerini ve alışkanlıklarını mizah konusu yaptılar. Cumhurbaşkanı, devlet başkanı, bakanlar, belediyeciler her daim halkı bilgilendirme ve hatta bunun da ötesinde sureci birlikte, ortak akılla geçirmenin çabası içerisinde oldular. Halktan talep edilen tek şey ise ricacı bir dille karantina hukukuna uymaya davet oldu. Kimimiz için salgın, sokağa çıkma yasağı bir ilk belki ama yaşlılar için değil. Pek çoğu muhakkak sıkıyönetimlerden, sokağa çıkma yasaklarından, salgınlardan, kıtlıklardan, mahpuslardan tecrübeli insanlardır. Yarınlar, yalnız gelecek kuşaklara değil akl-ı selime de ihtiyaç duyar. Sonuç olarak, tüm ayrımcılıklardan uzak hep birlikte yol almanın ehemmiyeti telkin edilmeli.
TV’lerin ana haber bültenleri de dahil olmak üzere TV programlarında, sosyal medyada süreklilik arz eder şekilde komplo teorileri ve spekülatif düşünce ve yorumlara yer verilmekte. Bu süreçte gözü kulağı televizyonlarda olanlara doğru olmayan, yorum ve bilgiler boca edilerek insanlar meselenin gerçekliğinden uzaklaştırılmakta.
Mesele, gerçek olmayan yanlışlarla dolu bir dizi komplo teorisiyle ilişkilendirilerek toplum aklıyla dalga geçilmekte. Yüzbinlerce insanın düşüncesinden ötürü hapis yattığı yargılandığı bir yerde ifade özgürlüğünde sinir tanımadığımız için değil herhalde bu absürtlükler. İnsanların kendilerine ve geleceklerine dair esaslı kararlar alabilecekleri bu donemde de kendileriyle kalmalarına, gelinen güne dair hesap ve muhakeme yapmalarına izin verilmemekte. Tüm yaşam alanlarımız, üretimimiz, tüketimimiz, algılarımız yönlendirilmekte ve bu koşullarda büyük büyük belirsizlikler yaratılarak düşünmemeye sorgulamamaya sevk edilmekteyiz. İtalyanlar önlerini görmelerini engelleyen, aldatıcı, spekülatif haber ve düşüncelere pek itibar etmiyor olmalılar ki bu tarz yayınlardan çok uzaklar. Gerçekleri en yalın halleriyle görüyor, duyuyor ve okuyorlar.
Alışkanlıklarımız aksamdan sabaha illaki değişmiyor. Salgın öncesi dillerden düşürmediğimiz “Dünya küçük bir köy” cümlesinin virüs için de geçerli olduğunu düşünemedik, çünkü aslolan insandı. Sermaye küreselleşmişti ama alışkanlıklarımız, düşünme biçimlerimiz tam olarak küreselleşmiş değildi henüz. Hala zihinlerimiz fiziksel yakınlığı esas alıyordu. Bir tarihe kadar Çin’de, yani kimimizin konumuna göre dünyanın öbür ucunda bir virüsten ibaret kaldı aylarca. Fiziksel olarak bizden uzak olduğuna göre gözümüzü kulağımızı kapatabilirdik. Ne zaman ki ülkeye şehre ve hatta köylerimize indi o vakit telaş yaptık. Virüs bizlere bildiğimiz lakin gözlerimizi kapattığımız şeyleri hatırlattı. Çokça tanıklık ettiğim çokça yaşadığım bir his “Tanrım bize bir salıncak! Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri”.