Evdeyiz işte. Oturuyoruz. Çalışıyoruz yine, bir arada olmanın tadı yok ama çalışıyoruz, yazıp çiziyoruz. İnsan çalışırken özenir böyle ev oturmalarına ama zormuş meğer. Bizim gibileri bilmem ama mesela Kapalıçarşı’da esnaf olup da bütün gün dükkândan dükkâna maç geyiği yapan bir adamın evde oturması aile efradına nasıl bir zulümdür, tahmin edebiliyorum!
Evdeyiz. Ne kadar sürecek bilmiyoruz. Ahir ömrümüzün dünyanın en berbat yönetimlerinden birinin zamanına denk gelmesinden ötürü de mutsuzuz ve güvensiziz. 1990’larda psikiyatrlar ve hastaların çıkardığı ‘Şizofrengi!’ adında efsane bir edebiyat dergisi vardı, logosunun altında “Bütünüyle kuşkudayız!” yazardı, aynen öyle. Hekimler dışında kimseye güvenmiyoruz artık, geçtim bizim kuşağın acı tecrübelerini, en gencimiz bile biliyor ki bu ülkede devletin var dediği yoktur, yok dediği de vardır! Basit ve kesin bir doğrudur bu.
Evdeyiz. Her akşam, kendini Bakan zanneden bir selâ müezzini o günkü ölümlerin sayısını açıklıyor. Yetmiyor, üstüne bir de öğütler veriyor, o bittikten yarım saat sonra camilerden koronavirüsten çok yaşlıları etkileyen başka selâlar ve dualar yükseliyor. Bakmamaya çalıştığım ama yine de habercilik gereği arada bir tıkladığım uluslararası bir ‘sayaç’ sitesi var, bildiğin sayaç! Girip bakıyorsun, şu kadar ölüm var; on dakika sonra yeniden tıklıyorsun on kişi daha artmış ve onlar artık sadece rakam olarak görünüyor gözümüze. Ne yaşamışlar, nerelerden geçip de hangi dalgalarla ölümün kıyılarına vurmuşlar bilmiyoruz.
Evdeyiz. İçeride ve dışarıda köşeye sıkışmış iktidarın kırk yatıra kırk mum yakıp kırk çaput bağlasa olmayacak olan şey gerçekleşti: Sokaklar bomboş! Berbat yönetilen bir süreçte ülkenin en diri güçleri çabalıyor, çırpınıyor ama sokak başka bir şey. Sokak olmayınca, fiziki güç ortada görünmeyince işleri daha kolaylaşıyor. Karanlığın perdesini yırtmak için olağanüstü çaba gösteren hekimler küfür ve hakarete boğuluyor. Üç yaşlı insana bir kap yemek taşımak isteyen HDP gençliğinin önü kesiliyor. Yenikapı sevdalısı ana muhalefet bile yerel yönetimler üzerinden bile bir iki kıpırdandığında, bütün iktidarı tek elde toplamış olan güç, ensesine çöküyor.
Ve bu karmaşa arasında zehirli bir sözcük dolanıyor ortalıkta: Sosyal izolasyon! Bütün iktidarların en sevdiği laf! Kavram, virüsten korunmak için gerekli olan ‘fiziki izolasyon’un yerine geçiriliyor. Efendim biz onu o anlamda değil de şu anlamda kullanıyoruz diyor kimileri ama bazen kavramların bizzat kendileri zehirlidir. Kavramlar ideolojik soyutlamalardır çünkü. Arka planlarında çağrıştırdıklarıyla birlikte gelip yerleşirler hayatımıza. Tam da ‘fiziki temas’ dışında her yoldan bütün sosyal ilişkilerimizi güçlendirmemiz, dayanışma ruhunu yükseltmemiz gereken bir zamandayken çıkıp önümüze geliyor bu kavram. Ve üstelik biz zaten yıllardır öyleyiz! Allah aşkına, biz zaten yan komşusunu tanımayan, apartmanından cenaze çıksa ‘Ha şu siyah mantolu kadın değil miydi o?’ cümlesinden başka bir cümle kuramayan bir toplum değil miyiz? Kendi mesleğinin dar sınırlarının bir milim ötesini göremeyecek kadar ufku körelmiş, teknolojiyi bilim zanneden şu at gözlüklüler biz değil miyiz? Sahaflar ve antikacıların malzemesinin yarısı, büyük annesini büyük babasını hayattayken yılda bir arayan ve nihayet cenazeden sonra eşine “Şu eski püsküyü satalım mı?” diye soran hayırsız torunlardan gelmez mi? Gerçek değil mi bütün bunlar? Öyleyse tam tersine, şimdi, şu anda, fiziksel temas içermeyen bütün sosyal ilişki biçimlerini inadına artırmak gerekmez mi? Tamam, anlaşıldı, bunlar bu işi batırdılar. Salgın tırmanıyor, tırmanacak ve belki bir süre sonra çok sevdiklerimizi yitireceğiz. Açıkçası şahsen benim artık bir beklentim yok bu iktidardan. Ama şimdi, şu anda, gencecik insanlar mahallelerde (Yalnızca bizde değil, Londra’da da Atina’da da) bütün imkânsızlıklara karşın örgütlenip dayanışma ağları kuruyorlar, ellerinden geldiği kadar yaşlılara, zor durumdaki insanlara yardımcı olmaya çabalıyorlar. HDP artık eleştirinin ötesinde kendi kriz merkeziyle duruma müdahale etmeye çalışıyor, bütün nicelik sorunlarına karşın demokratik güçler keza aynısını yapıyor. Son süreçte âdeta efsanevi bir performans gösteren sağlık emekçileri artık o başlangıçtaki ‘bozguncu gibi görünmeme’ kaygısını aşmış, kendi enformasyon merkezini kurmuş durumda. Cezaevleriyle bir biçimde ilişkisi olan herkes diken üstünde. Yüzlerce insan çeşitli dijital kanallar üzerinden bir araya gelip neler yapılabileceği üzerine kafa patlatıyorlar. Bütün bunların hepsi, bal gibi de sosyal ilişkiler değil mi?
Şimdiyi yaşıyoruz, buradayız, paralel bir evren yok! Berbat bir dünyanın en berbat köşelerinden birinde, felaketten ticaret çıkarmak isteyen bir ekibin eline kaderimizi, yakınlarımızın hayatını teslim etmemeye çalışıyoruz. Üstüne bir de kıytırık gelecek teorisyenlerinin zulmüne maruz kalıyoruz. Efendim artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış da efendim artık yeni bir dijital bilmem ne başlayacakmış da hatta biz hiç mabadımızı kıpırdatmadan önümüzdeki kış komünizm filan gelecekmiş de… Ya berbat distopya ya atmasyon ütopya! İnsanın Yaşar Kurt gibi bağırası geliyor: Kapat şu televizyonu anne!
Hakikaten kapatın şu televizyonu ve alın telefonu elinize, sevdiğiniz sevmediğiniz, hatta bir süre önce kavga ettiğiniz dostlarınızı arayın, her nerede insanlar (fiziksel olmayan bir biçimde de olsa) bir araya gelip bir şeyler yapmak istiyorsa katılın onlara, sorun neye ihtiyacınız var, ben ne yapabilirim diye. “Ya sosyalizm ya barbarlık” demişti Rosa, yüz yıl önce. Şimdi barbarlık zamanındayız ve barbarlara karşı tek silahımız ezilenlerin dayanışmasıdır. Eşofmanının lastiğini çekiştirerek “Efendiler yarın komünizm ilan ediyoruz” diye hikmet yumurtlayanları şimdilik çok ciddiye almayabiliriz. Onun yerine, Üsküdar ya da Bağlar ya da Adana Şakirpaşa’daki gençlerin bizden ne istediğine odaklanmak, en doğrusu.
Güzel günler göreceğiz, buna bütün kalbimle hep inandım, inanıyorum. Motorlar yine maviliklere sürülecek, adım gibi eminim bundan. Ama bütün bunlar için, şimdi, şu anda, fiziki olarak olmasa da uzaktan uzağa olsa da el ele tutuşacağız. Başka yol yok. Bugünden başlamayanın yarını yoktur çünkü!
Eugene Pottier ta ne zaman söylememiş miydi bunu: Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır!