Bugün 1 Nisan, şaka günü. Poison d’Avril/Nisan Balığı derler. Eski Roma’dan kalma. Aslında balıklı şakalar yapılırmış, belki balık tutma mevsiminin başlangıcı mıdır bilemem. Her neyse, bu toplumca yaşadıklarımızın bir şekilde 1 Nisan şakası olmasını dilerdim ama değil. Tüm çıplaklığıyla, tüm gerçekliğiyle trajedi. Tabii bir de çok komik yanları var. İlerde sadece bu yaşananların yazılması bile bir kara mizah başyapıtı olabilir.
Epeydir eve kapandık. Eşimle ikimiz de yaşımızdan dolayı evden çıkmıyoruz. İki hafta kadar önce evde ufak bir kaza geçirdim. Her ne kadar usturuplu düşmeye çalıştıysam da belimi incittim ve eski bir bel fıtığının nüksetmesine yol açtım. Oturup kalkmada, yatmada sıkıntı çekiyorum. Doktor arkadaşlarıma sordum, çok fazla sıkıntı çekmiyorsam bu dönemde hastaneye gitmememi tavsiye ettiler, ben de balıklama daldım. Bu nedenle geçen haftaki yazımı yazamadım. Hoş, farkeden oldu mu, onu da bilmiyorum. Gerçi iki dost sordu, bu da teselli oldu.
Memleket yangın yeri mi desem, pek benzemiyor. Göçerler iyi bilir, daha çok göç sonrasına benziyor. Yaz başında yaylaya gittikten sora boşalan köyler gibi.. Kimse kalmamış, birkaç tarla çalışanından ve köyü terketmemiş kedilerden başka. Köpekler, sahipsiz de olsa insanlarla birlikte yaylaya gider, kediler özel olarak götürülmezse köyü terketmezler. İstanbul biraz da öyle.
Üç buçuk aya yakındır bu virüs Çin’de ortaya çıkalı. Ocak ortalarından sonra da ölümler başladı ve virüsün dehşeti kendini göstermeye başladı. Dünya bigâne kaldı başlarda. Ne zaman ki İran’ı vurdu, “eh, İran, olur” dediler. Kimse ciddiye almadı. İtalya’da başlarda kimse tınmadı ama işin ciddiyeti anlaşılınca Dünya Sağlık Örgütü çok gecikmeyle de olsa devreye girdi. Olayı tüm dünyaya yaygın bir pandemi ilan etti. Etti de yine biz bunun farkına varmadık. Sayın Erdoğan dahil Diyanet İşleri Başkanı ve cümle iktidar taifesi dualara yüklendiler, cuma namazları İran’da, Suudi Arabistan’da yasaklanmasına rağmen toplu namazlarla Korona Hutbeleri okudular. Bu da yetmedi, ocaktan itibaren tedbir alınmalıyken onbinlerce kişinin, hem de Diyanet İşleri’nin de içinde olduğu örgütlerce Umre’ye gitmelerine ses çıkarılmadı.
Dünya tedbir almaktayken biz, Umre dönüşü yirmi bir bin kişiyi ülkenin her tarafına dağıttık, toparlayabildiklerimiz de polisle çatıştı.
Şimdi ise büyük bir açmazın içine düşmüş bulunmaktayız. İktidar, uzun müddet saklamakla birlikte yürütülemeyeceğini anlayınca şeffaflık deyip bazı sayılar açıkladı ama sağdan soldan eklenmelerin olduğu söyleniyor. Nasıl olsa öleceklermiş dercesine ölenlerin yaşlı ve kronik hasta olduğu vurgulanıyor. Ee zaten sağlam bünyelerde pek etkili olmuyor bu virüs, önemli olan “risk grubu” denilen yaşlılarla kronik hastalığı olanların korunması.
Bugüne kadarki gidişat, İtalya’nın seyrini andırıyor. Umarım yanılırız.
Türkiye tedbir almada geciktiği, hatta nerdeyse hiç tedbir almadığı gibi salgının dozunu arttırmasından sonra da aynı lâkaydiyi gösterdi. Tüm dünya halkını eve kapatıp kapanan işyerlerine ve onların işsiz kalanlarına kesenin ağzını açarken bizde çare olarak müteahhitlere destek çıktı. Milyonlarca işsize, kapanan işyerlerinin çıkardığı işsizler eklendi. Bir de seyyar satıcılar, günlük işlerde çalışanlar, hizmet erbabı ortada kalmış durumda. Salgını önlemenin tek yolu evde kalmak. Bu da sokağa çıkma yasağını getirir beraberinde. Bu durumda bu insanlar ne yer, ne içer? Bu nedenle de 65 yaş üstünü evde tutmaya çalışıyorlar. Eve ekmek getirmek zorunda olanların işe gitmelerini ise birkaç piknikçiyi göstererek ilerde “ne yapalım, evden çıktınız, salgını önleyemedik” diyerek günah keçisi yapma kurnazlığı peşindeler.
Birçok hastaneyi kapatıp halkın sırtına bir kambur yüklediler, yıllarca gitsek de gitmesek de finanse edeceğimiz şehir hastaneleri açtılar. Çok değerli tıp insanımızı KHK’larla işten atıp açlığa mahkum ettiler. Şimdi ise sağlık personeline maske bile vermekten acizler. Canhıraş bir çalışma temposu içinde herhangi şekilde telafi edici bir ek ödeme yok, yalnızca performans ödentilerini tavana kadar arttırabileceklermiş. Zaten tavandan alanlar vardı.
Devlet, yardım diye yüz milyar liraya yakın bir bütçe ayırdı, bunun da büyük kısmı müteahhitlerin sıkıntısına ayrıldı. Küçük esnafa ayrılan bir paydan sonra topu topu iki milyarlık bir sosyal yardım faslı var ki onun da kimlere gideceği üç aşağı beş yukarı belli.
Sayın Erdoğan, bir bağış kampanyası başlattı. Bütün dünya işçisine, çiftçisine, işverenine yardım ederken “evden çıkmayın, para bizim sorunumuz” derken bizde halktan para toplanıyor.
Daha önce 15 Temmuz mağdurları için toplanan paralar, İşsizlik Fonu’nun yüz otuz küsur milyarı, deprem için toplanan paraların akıbeti ne olduysa bu da öyle olur diyenler var.
Yalnız İşsizlik Fonu’ndaki paralar bile fakir fukaraya, işsize, zorda olana nefes aldırabilir. Nitekim DİSK bunu öneriyor. Muhalefet partileri, saygın iktisatçılar gerekirse para basılarak bu felaketin önüne geçilsin demekteler, ancak göründüğü kadarıyla hükümet kös dinlemekte.
Bu salgının tüm dünyada köklü değişikliklere neden olacağı kesin. Ama nasıl olur, orası halkların ve onlara öncülük eden dinamiklerin tutumuna bağlı.
Türkiye’de, her musibet bir nasihat getirir düşüncesiyle her musibeti bin bir fırsata çevirenler, çevirmek isteyenlerin yanında bundan ders alarak yeni bir toplum düzeni arayışına girenlerin, kişisel hırsları bir yana bırakarak kafa yormaları gerekir. Hem felaketin atlatılmasının, hem sonrasında bir yol bulmanın gereği budur.