Kıtlık, yaşamın sürdürülmesinde var olan ihtiyaçlara, herhangi bir nedenle ulaşamama durumuna karşılık gelir. Tarihsel süreçler içerisinde iklimsel olarak kuraklık, çekirge istilaları gibi, ya da savaşlardan ötürü bir toplumsal krize sebep olabilirken, yine yarattığı sonuçlar bakımından da çeşitli insani krizlere sebep olabiliyor. Bugün bir yandan çekirge istilaları, bir yandan pandemi olarak karşımıza çıkan salgın durumu ve öncesinde iklim krizi, artık kıtlık ve açlığı tekrardan önümüze koymuş durumda.
Bu konuda Murray Boockhin “kıtlık sorunu yalnızca bir nicelik, hatta tür sorunu değildir; ihtiyaç olarak ihtiyacın toplumsal olarak çelişkili bir biçimde aşırı şişmesi de olabilir. Mallar ve ihtiyaçlar kendilerine özgü kör bir hayat edinirler; onları üreten ve tüketen insanların kaderini belirler görünen fetişleştirilmiş bir biçim, akıl dışı bir boyut alırlar. Marks’ın ‘meta fetişizmi’, ‘ihtiyaç fetişizmi’’nde karşılık bulmuş olur.’’
Tarihsel baktığımız zaman insan, hiçbir süreçte ne yaratılan ihtiyaç fetişizmi için bu kadar köle konumuna gelmiş ne de bu kadar doğasından uzaklaştırılmıştı. İnsan için zaruri ihtiyaçlar artık yok, bunların yerini insan bedenini, ruhunu kıskaç altına almış modernitenin suni ihtiyaçları ve bunun için köleleştirilen insan var. Yaratılan tüketim kültürü ile sırtını üretime dönmüş, megapolleşen kentler ve endüstriyalizmle insan ömrünü yiyen fabrikalarda, iş çıkışı uğradığı fast-foodlardan, alışveriş merkezlerinden çıkamaz duruma gelmiş. Çalıştığı uzun süreç içerisinde de büyük kentlerde bir ev sahibi dahi olamazken, 3+1 evlerin hayalini kurdurmaktadır. Kapitalizm ve düne kadar yaşadığı köy yaşamında, tarımsal üretimi ile bir oda ve ev teşkilatı insana yetebiliyorken ya da bir traktör hayalleri olabiliyorken, bu kadar köleliğe batmamışken, üretebiliyorken bugün sadece tüketen ve kendine yetemeyen konumdadır.
Ve, evet tarım bitme noktasına gelmiştir…
Güncelimize dönersek geçtiğimiz hafta içinde Ziraat Mühendisleri Odası’nın çağrısını özetle belirtmek isterim: “Kıtlık ve açlık sorunu yaşamamak için ülkemizde derhal tarımsal üretim seferberliği ilan edilmelidir’’ diyordu. Doğrusu bugünlerde kutlu bir çağrı olmalı, çünkü ekolojik kriz ve yaşanan toplumsal kriz karşısında çözümü göstermektedir.
Konu itibarıyla tarımın geçim kaynağı bölgelerimiz; Van’dan Hakkâri’ye, öncesinde dünyaya büyükbaş ihraç ederken yayla yasaklarından artık ithal konumuna gelmiş bulunmaktayız. Ve bölgenin bir ucundan diğer ucuna yapılan barajlarla, HES’ler ile âdeta ne köy ne de tarım kaldı, öyle ki Afrika’dan tarla kiralamaya başladık. Bu kadarıyla da kalınmadı yerel tohumları bırakıp hibrit tohumlara geçtik. Dicle ve Fırat’ın olduğu bu coğrafyada; su ve elektriğe verilen fahiş ücretlerden Kürt çiftçisi artık üretemiyor. Üretici artık tüketen konumda ve tükettiklerimiz de ortada, öyle ki etten süte, buğdaya ve son olarak samana kadar ve en önemlisi tohuma kadar ithal edilmesi yaşanan gıda krizini de açıkça göstermektedir.
Diğer bölgelerimizde de durum iç açıcı değil; maden sahalarından JES’lere, nükleer santrallerden, altın arama faaliyetlerinden ötürü bitirilen tarımı görebiliriz. Karadeniz’de çay, fındık üreticisi zorda, Doğu Anadolu’dan Ege’ye bitirilen tütün üreticisi, Akdeniz’de seradan üretilen turunçgil üreticisi zordadır, üretemez konumdadır ve bu sebeple bugün salgın tarzı bir sorunla karşı karşıya kalmışken sadece meseleyi günceli ile ele alıp kısa vadeli çözümlerle konuşmak, kıtlık ve açlık gibi bir sonuçtan bahsetmemek, bunun için bir şey yapmaya girişmekten uzak durmak daha kötü sonuçlarla karşı karşıya kalacağımızı göstermektedir.
Son olarak Murray Boockhin’den bir alıntıyla:
“Bu toplumsal ve ekolojik krizler kavşağında, artık yaratıcı olmama lüksümüz yok; ütopyacı düşünce olmadan yapamayız. Yaşadığımız krizler ve önümüzdeki olanlar geleneksel düşünce tarzlarıyla çözülemeyecek kadar ciddi ve kapsamlı ki bu krizler de bizzat bu düşünce tarzlarının ürünüdür. Yıllar önce, 1968’in Mayıs-Haziran ayaklanmasında Fransız öğrencileri bu keskin alternatifler karşıtlığını sloganlarında harika bir şekilde dile getirmişlerdi: ‘Pratik olun! İmkânsızı yapın!’ Bu talebe, sonraki yüzyıla karşı karşıya kalan kuşak daha ciddi bir öğüt ekleyebilir: İmkânsızı yapmazsak, düşünülemezle karşı karşıya kalacağız.”