Coronavirüs salgını sadece Türkiye’de değil dünyanın genelinde toplumsal düzenin hem ekonomik hem de politik olarak sorgulanmasına sebep oldu. Bu salgın geçip gittikten sonra düzenlerini ve iktidarlarını hiçbir şey olmamış gibi sürdürmek isteyenlerin işi zor olacak. Sadece neoliberal politikalara değil kapitalist ekonomiye karşı topyekun bir başkaldırı beklenebilir. Geniş kesimler örneğin özellikle sağlık alanında radikal değişiklikler talep edecektir. Ve baskıcı rejimler, otoriter iktidarlar geniş bir demokrasi cephesi karşısında yalnız kalacaktır. Ekolojik siyaset çok daha güçlenecektir. Toplum bundan sonra iktidar ve rant ortaklıklarının doğayı talanına kolay kolay izin vermeyecektir.
Ekonomik ve siyasi düzene yönelik olarak başlayan toplumsal sorgulama bu salgının ardından daha da yoğunlaşacaktır. Devlet kurumu hemen her ülkede her zaman çok fazla yüceltilmiştir. Belki de muhalefet hareketlerine karşı kullandığı orantısız şiddet nedeniyle birçok ülkede geniş kesimler için devletin gücünden sual olunmaz. Oysa bu salgın gösterdi ki devletlerin büyüklüğü ancak yaşatma kapasitesi ile ölçülebilir. Bir devlet eğer bütün sınıflardan yurttaşları hayati tehlikeler karşısında korumaya odaklı olarak hazırlıklıysa büyüktür. Hamasi nutuklar ve güç gösterileri tam tersine bu hazırlıkları yapmamış, bu hazırlıklara kaynak aktarmamış devletlerin ellerindeki tek çaredir.
Sadece Türkiye’de değil birçok batılı ülkede de sağlık sisteminin piyasalaştırılmasının zararları ortaya çıktı yine bu salgında. Beş yıldızlı otel konforunda hastanelerin nasıl kof yapılara dönüştürüldüğünü anladı toplum. Bundan sonra sağlık ve eğitim alanına ilişkin talepler toplumsal mücadelenin öncelikleri olacaktır.
Türkiye’de daha yakın zamanda üniversite hastanelerine yönelik olarak siyasi iktidarın uyguladığı yanlış politikalar tartışıldı. Bugün dünyanın her yerinde üniversite hastanelerinin bilimsel araştırma açısından ne kadar önemli olduğu anlaşılmıştır. Sağlık alanında hasta tedavisi ekonomik gelir kaynağı olduğu için şirketleşmiş hastaneler araştırmaya bütçe ayırmaktan yapmaktan kaçındılar hep. Şimdi bunun da değişmesi gerektiği de anlaşıldı.
Dünyada barış hareketlerinin de güçlenmesi beklenmelidir. Silahlanmaya yapılan yatırımların ülke bütçelerine, silah stoklarını eritmek için yapılan savaşların da doğal yaşam ortamlarına verdiği zarar ortada. Çatışmacı güvenlik konseptleri yüzünden yaşamaya ve yaşatmaya yatırım yapılmaz oldu, insan hayatı için önemli olan alanların bütçesi kısıldı.
Türkiye bütçesinin ne denli büyük bir bölümünün son yıllarda savaşa ayrıldığı resmi rakamlardan da kolayca anlaşılabilir. Halkların barış içinde bir arada yaşamını desteklemek yerine ulus devlet paradigmasını korumak, demokratik toplum inşasının önüne geçmek için sağlıktan, eğitimden hep tasarruf edildi, bütçenin en büyük bölümü askeri harcamalara aktarıldı.
Barışın nasıl acil bir mesele olduğunu sadece Türkiye toplumu değil, tüm dünya halkları bir kez daha anlamış olmalı. Ama asıl mesele bunu iktidarlara ve egemen sınıflara anlatmak ve kabul ettirmek olacaktır bundan sonra.
Kürt halkı yıllardır sürdürdüğü barış mücadelesinin sağladığı deneyimlerle bu alanda da muhalefet hareketlerine büyük katkı sağlayacaktır.