“’Kaçabileceğimi sanmıyorum,’ diye düşündü George. ‘Onlarla niçin mücadele edeyim ki?’ Ama yapabilirdi belki de. Ya diğerlerini de uyandırabilirse? İşte bu denemeye değerdi.”
Bu satırlar bilimkurgu yazarı ve çizer Ray Nelson’un 1963’te yayımlanan “Sabah Saat 8’de” adlı kısa öyküsünden. George Nada toplu hipnozdan her nasılsa uyanabilmiş bir dünyalı; her şeye hakim olduklarını ve ‘subliminal’ emirlerini televizyon cihazından yaydıklarını fark ettiği uzaylı işgalcilerden kaçıyor. Filmi izlemişseniz George Nada ismi tanıdık gelmiş olabilir. Evet, ta kendisi: John Carpenter’ın şahane eseri “Yaşıyorlar”ın (They Live, 1988) başkahramanı Nada. Carpenter, ilk çıktığında eleştirmenlerin dudak büktüğü sonradan kült mertebesine ulaşan filmini bu kısacık öyküden uyarlamıştı.
Filmde alt sınıfa mensup aylak bir adam olarak çizilen Nada, özel bir gözlük sayesinde işgalci yaratıkları ayırt edebiliyor ve onlarla mücadele etmeye, bir yandan da diğer insanları uyandırmaya çalışıyor. Şehrin reklam panolarından, manşetlerden, ekranlardan sürekli “itaat et”, “tüket” gibi komutların pompalandığını görüyor, o sihirli gözlük sayesinde. Hele bir tanıdığını, gözlüğü takıp etrafına bakmaya ikna etmek için, sokakta eşek sudan gelene kadar dövmek ve ondan bir o kadar dayak yemek zorunda kaldığı dillere destan bir kavga sahnesi var ki, insana şunu dedirtiyor: Sınıf bilinci aşılama mücadelesi ne zormuş arkadaş!
Bugün egemen sınıfların dünyayı ele geçirdiğini, bizi uyutmak için başta TV olmak üzere her tür iletişim aracını kullandığını görmek için özel bir gözlüğe ihtiyacımız yok. Her şey olabilecek en aleni şekilde gözümüzün önünde cereyan ediyor, görmek için uykuda olmamak ve birazcık akıl yeterli. Günümüzün dobra dobra konuşan popülist sağ liderleri ve son olarak bütün insanlığı tehdit eden virüs sayesinde, söz konusu gerçek daha da çıplak hale geldi.
Fakat aynı zamanda, bu apaçık gerçeği bulanıklaştırmak için akıl almaz bir bilgi kirliliğinin içine itiliyoruz. Senin benim gibi faniler de, bu dezenformasyon kampanyasının gönüllü neferleri haline geliyor. Eve kapandığımız şu dönemde daha sık kullanmaya başladığımız sosyal medyanın ne menem bir bataklık olduğuna daha çok tanık olmaya başladık. Geçenlerde Ender Öndeş isyan bayrağını çekmişti. Zamanında sol tedrisattan geçmiş, tanıdığımız bildiğimiz koca koca insanların temelsiz saçma sapan komplo teorilerini büyük bir sırrın keşfiymiş gibi yayıp durmasından gına getirdiğini söylüyordu.
Sosyal medya artık, gerçekleri açıklamak bir yana tersine koyu bir gizem perdesinin arkasına iten, en basit mantık kurallarına uymayan iddia ve teorilerin virüs gibi yayıldığı bir alan. Bu işin nispeten zararsız -en azından birilerine fiziki zarar vermeyen- kısmı. Asıl, insanların bağlamından ve nesnelliğinden koparılmış cümleler (katledilmeden önce Hrant Dink’e yapılan şeyi ne çabuk unuttuk!) veya görüntüler üzerinden hedef gösterildiği, kalabalığın önüne atılıp taşlandığı bir sosyal histeri arenası. Bu misyonu daha ziyade troller efendilerine hizmet saikiyle yerine getirirken, bazen de ezilenlerin (Aleviler, siyahlar, hayvanlar gibi potansiyel mazlumların) yanında olduğunu göstermek, merhametli görünmek güdüsüyle ‘iyi niyet’ elçileri de yapabiliyor. Son stand-up örneği, kendini muhalif yerde konumlandırmış itibar sahibi sanatçı, yazar, siyasetçi vb’lerinin de bu salgından muaf olmadığını gösterdi. Sansürün en ağır şekilde üstümüze çöktüğü bir dönemde, güç ve enerjisini örgütlü bir kötülükle savaşmaya değil genç bir kadın sanatçıyı susturmaya harcayacak kadar şirazeden çıkabileceğini de. Böyle bir linç atmosferi, ortada bir haksızlık gören insanları da bir adım geride durmaya, susup seyretmeye zorluyor. Şiddet kendisine yönelir kaygısıyla bulaşmamayı tercih edebiliyorlar.
Bunun gibi vakalar, medya okur yazarlığının temel eğitim müfredatına mutlaka sokulması gerektiği de gösteriyor. Düşünün ki, şu kadar basit bir gerçeği değil çocuklara, çoğu zaman üniversite bitirmiş büyüklere anlatmanız gerekiyor: Can Yücel’in fotoğrafının üzerine yazılı olması, bir dize veya şiirin Can Yücel’e ait olduğunun kanıtı değildir. Fotoğraf veya kesilmiş bir video her zaman gerçeği yansıtmaz, hatta tersine gerçeği çarpıtma potansiyeli daha yüksektir.
Carpenter’a dönersek… Belgeselci Adam Curtis, yıllar önce kendisiyle yapılan bir söyleşide “Gelecekte internet neye benzeyecek?” diye soruyordu. Tahmini de hiç iç açıcı değildi: “Bir John Carpenter filmine mi acaba? İnsanların birbirine bağırıp durduğu, neyin gerçek neyin sahte olduğunun bilinmediği tuhaf bir dünya…”