Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan bir TV’den Eti Maden tarafından üretileceği belirtilen dezenfektan hakkında, “Gerçekten söylediğiniz şu dezenfektan hakikaten bu işi gördüğüne göre çok ciddi bir reklam kampanyasına girip şu dezenfektanla bu açığı kapayalım. Bundan bize de bir gönderin. Elimizi mahvetmesin ama” sözleri ile gayet mutlu ve rahat bir profil çiziyordu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez ise yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının Türkiye’de görülmesiyle el dezenfektanlarına talebin hızla arttığını belirterek, el dezenfektanı etil alkol, gliserol, bor, aloevera, lavanta, çay ağacı yağı ve su karışımını içerdiğini söyledi. Bunların içinde borun etkisi ise merak konusu.
Hem Erdoğan’ı hem de Bakan Dönmez’i heyecanlandıran şeyin dezenfektana olan talep artışı olduğu açıkça ifadelerden anlaşılabiliyor. Büyük bir salgınla kırılan halkın tek ihtiyacı dezenfektan değil, ‘evde otur’ diyerek halka seslendikleri durumu sağlamak yani işçi, memur, çiftçi ve diğer yoksul halkın geçim sorununun çözülmesi gerekir. Ancak onların böyle bir problemlerinin olmadığı hem sözlerinden hem de mimiklerinden o kadar anlaşılıyor ki! Bu salgının tüm dünyayı saracağı ta başından belliydi. Ancak bu durum biline biline 500 bin adet test kitini ABD’ye satmaları kime anlaşılabilir geliyordur acaba çok merak ediyorum! ‘Kanal İstanbul’ için böyle bir dönemde ihale yapılması iktidarın gerçek yüzünü saklamaya gerek bile görmeden sergilemesine nasıl yorum yapılmalı? Tüm bunlar batan gemiyi terke hazırlananların giderekayak biraz daha ne götürürsek kârdır anlayışı olduğu dışında bir yorum yapılabilinir mi?
Rusya geçtiğimiz gün tarımsal ürün ihracatını yasaklarken, Türkiye’de neler oluyor? Madencisinden sütçüsüne tüm sanayi patronlarına 100 milyar lira destek açıklayan iktidarın çiftçiye herhangi bir desteğini duyan oldu mu? Diğer yandan korona nedeniyle çiftçinin girdilerinde yüzde 50’leri aşan fiyat artışları yaşanıyor. Yani bu durum zaten tarlaya gidemeyen çiftçinin üretim yapabilme olasılığını neredeyse ortadan kaldırıyor. Türkiye’de ZMO verilerine göre yıllık buğday ihtiyacı 21 milyon ton, üretim ise 19 milyon ton. Türkiye 2019’da 8.8 milyon ton buğday ithalatı yaptı. Bu ithalatın büyük çoğunluğu un ihraç etmek için yapılıyor. İthalatın 6.5 milyon tonu Rusya’dan yapılıyor. Türkiye’de 2020 yılı üretimi daha da düşecek ve buğday ithal edecek ülke bulmak epey zor olacağı için Rusya’nın ihracatı durdurmasından görmek mümkün.
Yani açlık kapımızda ve yönetenler inanılmaz bir vurdumduymazlık içinde. ‘Şirket gibi yönetilen Türkiye’! Bu iddia Cumhurbaşkanı’na ait. Koronavirüs salgını hem dünyanın hem de Türkiye’nin büyük bir değişime gebe olduğuna işaret ediyor. Yönetenler artık eskisi gibi yönetebilme kabiliyetlerini yitiriyor. Bu salgının nereden ve nasıl çıktığı gibi tartışmalardan bağımsız olarak kapitalizmin artık insanlığa ve doğal yaşama verebileceği hiç hem de hiçbir şeyin kalmadığı kabul gören bir görüş. Kapitalizmin yaşama hiçbir katkısı yok, ancak yerine koyabileceklerimiz açısından düşündüğümüzde ise büyük bir yetersizlik ortaya çıkıyor. İnsanlık ne yapacak? Bu sorunun altından nasıl kalkacak noktasında gerçek çözüm önerilerine ve örgütlenmelere ihtiyaç var. Dünya halklarının bir avuç sermayeyi besleyen durumdan sıyrılıp kendi geleceğini eline alması mutlak gerekiyor.
Nasıl olacak sorusunun ortaya çıkmış bir yanıtı şu an için yok denilebilir. Sermayenin yanından bile geçmeden yani selam bile vermeden ondan ırak, halkın ve halkların dayanışma ilişikilerini örmek ilk adım olabilir. Bu dayanışma örgütlenmeleri kurulurken asla vazgeçilmemesi gereken en önemli şey ise kapitalizmi ve onun her türden uygulama biçimini en geniş biçimde teşhir etmek gerekiyor. Yaşanan süreçleri kapitalizmin neoliberal politikalarına yıkıp kapitalizmi maskeleme girişimleri gözden kaçırılmamalı. Kapitalizm doğa ve emek sömürüsü olmadan var olamaz. Korona salgınına gelene kadar 70’lerden beri açıkça gözlenen iklim değişiminin nedeni kapitalizmin aşırı üretim ve üretileni tükettirme zorunluluğudur.
Kapitalizm için sağlık ticari bir alan, doğa ise hem ticari alan hem de hammadde deposu. Kapitalizm koşullarında doğayla karşılıklı yararı içeren bir ilişkinin kurulma olasılığı ise sıfır olarak bile nitelenemez. Yaşamımızın her alanında dayanışma ağları hızla kurulmalı. Bu hem yaşamak için gerek duyacağımız yaşamsal ihtiyaçlarımızı dayanışmalar aracılığıyla sağlamayı mümkün kılacak, hem de büyük bir değişimin aşağıdan yukarıya doğru hızla büyümesine yol açacaktır. Bir çare bulmak zorundayız, yaşamak ve hastalıklardan-salgınlardan kurtulmak için doğayı ve emeğimizi sermayenin elinden kurtarmamız dışında bir seçeneğimiz yok.