Talat Çetinkaya
2020 tarihteki yerini şimdiden sağlamlaştırdı. 2 ve sıfırdan oluşan 1 yılın ilk çeyreğindeyiz. Filmler ya da bilgisayar yazılımlarındaki gibi… Dünya 2.0, Yeni uygarlık 2.0 gibi; şimdilerde herkes izlediği distopik filmlere ya da bilgisayar oyunlarına gönderme yapıyor. Kimine göre bu yaşananlar, yaşanacakların sadece fragmanı. Covid-19 virüsü, tektonik depremlerden sonra biyolojik bir deprem yaratmış durumda. O salladıkça telaş, korku, panik yayılıyor; kurgulanmış günlük yaşamlar, yapılan hesap-kitaplar patır patır dökülüyor. Sistem paniklemiş durumda, diğer yanda partiler, sivil toplum yapıları, entelektüeller, bilim insanları da panikte… Hep bir ağızdan insanlığın kurtuluşunun evde kalmak ve el yıkamak olduğunu söylüyorlar. Uluslararası ticaret durdu, finans dünyası çöküşte, dünya kepenk kapattı. Alarm en üst düzeyde, olağan üstülükler ilan ediliyor; askerler virüse karşı dünyanın sokaklarına iniyor.
En çılgın bilimkurgu senaryosuna taş çıkaran durumlar yaşanıyor. Evet, bazıları uygarlık 2.0 konuşuyor. Yani virüsten sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”diyenler yine revaçta. Hani Sovyetler yıkıldıktan sonra “tarihin sonu” “ideolojilerin sonu”nu ilan edenler gibi. Onlar yanıldı. Şimdi sistem karşıtları olarak aynı acelecilikle tespitlerimiz havada uçuşuyor. Virüs konusunu da sistemlerin mutlak yıkılışına bağlamak istiyoruz. Bu konuda çok istekliyiz. Çok aceleciyiz. Sadece biz mi? Sistem karşıtı filozoflar ve uluslararası entelektüeller de yazmaya başladı. Zizek’ten, Butlar’a, Agemben’den, LucNancy’e, Harvey’e …
Tabi ki Zizek yine en hızlısı çıktı. Virüsün yarattığı sonuçları, kapitalizme vurulan KillBillvari beş noktalı kalp patlatma tekniğine benzetti. Sonuçların ölümcül bir darbe olabileceğini, bu darbenin komünizmin yeniden icadına neden olabileceğini vurguladı ve ekledi: “ya orman kanunları ya da küresel komünizm.”
Ama büyük çoğunluk, Zizek ve diğerlerinin hislerinden izole, kapitalizmi ve devletleri suçlamaktan çok uzak. Sosyal medyada açılan kampanyalar bu durumun ipuçlarıyla dolu. Sözünü ettiğim çoğunluk bu defa “Sessiz çoğunluk” değil. Bilakis, toplumsal sorunlara çözüm bulma iddiasında olan sivil toplum yapıları, sendikalar, sol partiler, özgürlükçü bireyler, devletten talep etmenin ötesine geçebilmiş değiller. “Ücretsiz izin,” “esnafa, işsize, işçiye destek paketi,” “ücretsiz sağlık hizmeti” hatta O HAL İLANI vs talepler sıralanıp gidiyor. En beceriksizinden tutalım, kapasitesi daha yüksek olan devletler de şunu diyor: “Siz yeter ki evde oturun ben halledeceğim.”“O iş bende…”
Alternatif olması beklenenlerde “evde oturalım ama talepler karşılansın” diyorsa kahraman şimdiden belli değil midir?
Belki de tekrardan tarihe dönüp bakmakta yarar vardır. Uygarlıksal değişimler acısız mıdır, yok olma riski olmadan, acı olmadan sisteme vurulacak ölümcül darbelerden söz etmek mümkün müdür?
Her kaos, panik ve korku halinde olduğu gibi günah keçileri de aranıyor. 13. yüzyılda hummadan dolayı nüfusun yarısı kırılırken, bu durum tanrının bir cezası olarak görülmüş suçlu da hemen bulunmuştu. Cadılık yaptıkları için kadınlar katledilmişlerdi.
Şüphesiz ki bu dönem de günah keçileri bulunacaktır: Hayvanlar, Çinliler ve insan damgalandı bile.
Madem konu hayvanlardan insanlara geçen virüs, öyleyse yakın tarihten uzağa doğru bir iki örnek verelim: Burucella’yı çoğumuz hatırlayacaktır. Birçoğumuz taze peynir ve süt tüketmeyin uyarılarıyla büyüdük. Burucella tehlikesine dikkat çekilirdi. Sonra daha havalı bir isminin olduğunu öğrendik. Malta Humması. O da hayvandan insana geçen bir virüsmüş. O dönemler çok yaygındı; ama ölümcül sonuçları görece düşüktü. 90’ların sonunda İngiltere’de “deli dana” diye bilinen başka bir virüs ortaya çıktı. Şarbonda bir benzeriydi. Derken, hayvandan insana geçen virüslerin temposu ve ölümcüllük oranları giderek arttı. Sars, Mers, Kuş gribi, Domuz gribi, şimdi de Coronavirüs. Bu temponun hızlanışı ve yeni hastalıkların ortaya çıkış aralığının daralıyor oluşu, kapitalist makinenin hızıyla paralellik göstermesi şaşırtıcı değil. Bu hız ve etki devam ederse bir sonraki virüsün çok yakın ve daha tehlikeli olacağını öngörmek zor olmasa gerek.
Ortaya çıkan ve çıkacak olan virüs kaynaklı felaketler sonucunda sistemlerin yıkılacağını beklemek “siyasal otomatizmin banal bir örneğinden başka bir şey değildir.” Bu tür felaketler en fazla, toplulukların fiziki olarak sistem merkezlerinden kaçışına yol açar ve sistemler için fetret dönemi getirir, modern deyimle resesyona neden olur.
Homosapains’in yerleşik yaşama geçiş ve hayvanları evcilleştirme (kim kimi evcilleştirdi o da muamma, baksanıza evde kal/kalalım diyoruz da başka bir şey demiyoruz) macerasıyla başlayan virüs bulaşıklığı, yaklaşık 12 bin yıl boyunca kendini farklı zaman ve mekânlarda tekrar etmiştir.
J.C. Scott, “Tahıla karşı” kitabında insanların yerleşik yaşama geçmesiyle birlikte kalıcı yerleşim oluşturduğu, bu yerleşimlerin de ayrılmaz parçası olarak, hayvanları evcilleştirip onlarla yaşamaya başlamasının bu durumun temeli olduğunu vurguluyor. O tarihlerde pandemi ortaya çıktığında insan toplulukları, yerleştikleri yeri değiştirir ya da dağ başlarına çekilirler tehlike geçtiğinde başka bir bölgeye yerleşimyeri kurup, kaldıkları yerden devam ederlermiş.
Fakat, tarihin hiçbir döneminde, nerdeyse üç yılda bir, yeni virüs ortaya çıkmamıştır. Hele ki, sağlık hizmetlerinin, konforun ve hijyenin bu kadar yaygın olduğu zamanımızda… Biliminin, üniversitelerin, laboratuvarlar, deneyler ve uzay çağında… Belli ki bu çağın bir özelliği de ilizyon, özellikle güvenlik, sağlık ve refah ilizyonu. Günümüzü, yüz yıl öncesine göre daha iyi, yüz yıl öncesini de ondan önceki yüzyıldan daha iyi olduğunu propaganda eden bir ilizyon. Bu “iyilik halinin” devam etmesi için de ne olursa olsun sistemin, devletlerin çökmemesi lazım, yoksa hep beraber yok oluruz propagandası yayılıyor.
Merkezileşme virüs yayar
Bugünlerden anladığımız kadarıyla, muhalif olsak bile, bizi işçileştiren/işsizleştiren, kent merkezlerine tıklım tıkış yığan, güvenlik adı altında sürekli kontrol eden, doğayı talan eden sistemin çökmesinden, devletlerin zayıflamasından çok korkuyoruz. Evsiz kalmaktan, işsiz kalmaktan, ekonomisiz kalmaktan korkuyoruz. Covid -19 Çin’den yayıldı; ama Çin’i eleştireceksek virüsün yayıldığı yer olduğu için değil, milyarlarca insanı tek merkezden yönetmeye çalıştığı için, Uygurları merkezi kamplara toplayıp asimile etmeye çalıştığı için eleştirmeliyiz. Dünya sitemi, devletler, şirketlerde gittikçe Çinlileşiyor, merkezileşiyor, ekonomiler tekelleşiyor, o kadar tekelleşiyor ki bir ay içinde tüm dünya ekonomisi durma noktasına geldi bile. Güvenlik adı altında her birey 24 saat gözetim altında; kültürler, tüketim kültürü baskısıyla yok olup gidiyor, topluluklar kent merkezlerinde temerküz kamplarına tıkılır gibi yönlendiriliyor, tüm doğal varlıklar sömürü nesnesi haline geliyor. Yıkılmasından korktuğumuz bu sistem virüsün yayılma nedeni. Felekatlerin nedenidir. Foti Benlisoy’un (https://birartibir.org/siyaset/634-virus-ve-felaket-komunizmi) bir artı bir sitesindeki son yazısında tespit ettiği gibi: “Sistemin kendisi felaket üretmekte”, kapitalist modernitenin “doğal” ve “olağan hali” felaketler üzerine kurulmuş durumdadır.
Tarihin benzer zamanlarında, topluluklar virüsün ölümcül etkisinden kurtulmak için dağlara ya da mezralara çekilirmiş; şimdilerde tehlikenin geçmesini bekleyeceğimiz, dönüp yeniden başlangıç yapana kadar çekilecek dağlar, ormanlar, mezralar hatta köyler yok. Şimdi herkes evine çekiliyor, hatta zorla eve kapatılıyor.
F. Benlisoy’un cümleleriyle yazıya son verelim: Kapitalizmin normali felaketse, felaketlere karşı mücadelenin temeli de kadın hareketinden, mücadeleci sendika ve göçmen dayanışma örgütlülüğüne, mahalle meclislerinden, ekoloji mücadele inisiyatiflerine değin halihazırdaki mücadeleler; bu temel “felaket” anında demoralize olmadıkları, dağılmadıkları, ve cılız da olsa güçlerini toparladıkları takdirde egemenlerin felaketler üzerindeki tekelini kırabilirler ve olağanüstü felaketler fasit dairesine çomak sokularak, onun daha da cinai bir evreye girmesi önlenebilir. Kaybedecek zaman yok…