Nasrettin Hoca, bir gün ağaçtan düşer. Hoca’nın düştüğünü gören köylüler, hemen koşup, “Bir yerin kırıldı mı, doktor çağıralım mı” diye sorarlar. Hoca da, “Aman, aman her yerim ağrıyor. Bana hemen ağaçtan düşmüş birini bulun” der. Doktor yani hekimden çok, ağaçtan düşmüş birinin, bundan sonra ne yapılacağını daha iyi bileceğini düşünür. Nasrettin Hoca’nın hikayelerini ben çok severim: yüzyıllardan süzülüp gelmiş felsefi analizlerdir aslında.
Hoca, bir başka hikâyede ise, eşekten düşer. Buna benzer öykülerden esinlenen “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” mealinde bir atasözümüz var. 12 Eylül döneminde 10 yıl kadar cezaevlerinde bulunmuş, son 15 yılında cezaevlerinden gelmiş mektuplardan haberler, köşeler yayınlamış ve en son olarak da geçen yaz tatilini Sincan Cezaevi’nde geçirmiş biri olarak, cezaevleri konu olduğunda sözü dinlenebilecek biriyim galiba.
Korona virüsleri aslında 2 bin 500 civarındaymış. Bunlardan Covid-19, bugünlerde tüm dünyayı zangır zangır titretiyor. Sağlığı, ticaretin soğuk liberal ellerine bırakan anlayış, daha çok tartışılacak ama biz hemen kendi çevremize ve cezaevlerindeki insanların durumuna-sorununa dönelim: Cezaevleri tıkış tıkış. Normal dönemde bile, içeridekilerin sağlık sorunları diz boyu. Bırakın dışarıdaki hastaneye, içerideki revire çıkmak bile büyük dert.
Cezaevindeki sistem, gardiyanların (geçmişteki kötü şöhretleri nedeniyle olsa gerek; kendilerinden gardiyan değil, infaz koruma memuru olarak söz edilmesini istiyorlar) mahpuslarla en az temas ya da muhatap olması üzerine. Cezaevlerine konularak, toplumdan izole edilmiş olan mahpusun yiyeceği üç öğün yemeğin ulaştırılmasını, devam etmekte olan davasıyla ilgili duruşma-avukat trafiğini ve ailesiyle yapabileceği görüşmelerini sağlıyorlar.
Halen almakta oldukları 5-6 bin liralık maaşı, başka bir sektör verse, bir dakika bile kalmayacakları yerde, esasen mahpusların ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalıştıkları halde, kendilerini mahpuslardan üstün bir statüde görmeleri başka bir yazı konusu olsun ama içerideki 300 bin mahpusa ulaşabilecek bir korona virüsünün kaynağı, mahpusların aile ve avukatlarından önce, sayıları 200 bin civarında olan infaz-koruma memurları olacaktır.
Günlük yaşamda mahpus, 24 saat odasında tutulmak istenir. Üç öğün yemeği bile kapı açılarak değil, kapıdaki küçük bir delikten verilir. Her gün iki kez yapılan sayımda da pencere ya da kapıdan bakılarak, mahpusla temas edilmemeye çalışılır. Ancak revire, avukata veya telefona-görüşe çıkartılan mahpusun üst araması elektronik aletle ve elle temas şeklinde yapılır. Aslında sosyal mesafenin korunması mümkün değildir, güvenlik gereğince.
Mesai durumuna göre gece ya da gündüz 12 saat çalıştıktan sonra evine giden bir infaz-koruma memuru, ailesi ya da alışveriş ettiği bir marketten kaptığı virüsü, ertesi gün cezaevine getirebilecektir. Virüslü memur, mesai boyunca onlarca mahpusu elle kontrol ederse ortaya çıkacak tabloyu düşünün. Dahası gardiyandan virüs geçen mahpus, (bulunduğu cezaevinin tipine göre) odasında bulunan 3’ten başlayarak 40-50 kişiye virüs bulaştırabilecektir.
Kimin çalışmadan ne yiyip-içeceğini düşünmeden “Evde kal!” sloganını icat edenler arasında, bu dönemde en iyi karantinanın cezaevlerinde olduğunu düşünenler varsa, yanılıyorlar. Başta Adalet Bakanı olmak üzere, cezaevlerini biraz olsun bilen yetkililer, koronavirüsün buradaki yayılma çarpan etkisinin (300 bin mahpus x 1 milyon aile bireyi+avukat x 200 bin infaz memuru+800 bin aile bireyi olarak) ne denli korkunç olabileceğini görmüyor olamazlar.
En iyi ve en kolay çözüm, çıkarılacak İnfaz İndirimi Yasası ile mümkün olan en fazla mahpusu, insanların sağlığını en iyi koruyabileceği bir yer olan kendi evlerine göndermektir. Herkese eşit uygulanan bir İnfaz İndirimi Yasası çıkarılmalı! Hem de bir an önce, hatta derhal çıkarılmalı; salgına karşı mücadelede günlerle ölçülen zaman çok kritik çünkü…