Akademideki denetim mekanizmaları, meslek içi yükselme kriterleri içine yerleştirilerek akademik ürünün kapitalist meta niteliği gizemlileştiriliyor
Emre Tansu Keten
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzalayan akademisyenlerin KHK’ler ile kamu görevinden çıkartılmaları, özel üniversitelerde çalışanların ise türlü ayak oyunlarıyla işsiz bırakılmaları akademi üzerindeki baskıyı görünür kılan gelişmeler oldu. Oysa, bu baskı yeni bir olgu değildi. YÖK ile birlikte merkezi bir otoritenin emrine verilen üniversiteler, uzun yıllardır piyasalaşmanın tehdidi ve etkisi altındaydı. AKP’li isimlerin sürekli şikayet ettikleri güvenceli çalışma koşulları, ilk önce asistanlara yönelik 50/D saldırısıyla yıpratılmak istendi. İstanbul Üniversitesi’nden bir grup akademisyen, imzacı olmamalarına rağmen sırf bu saldırıya karşı güçlü bir direniş örgütledikleri için KHK ile ihraç edildi. Genel olarak baktığımızda ise, ihraç edilen imzacı akademisyenlerin büyük bir kısmı da, üniversitelerin piyasalaştırılmasına karşı mücadele eden insanlardı aynı zamanda. Pazartesi Söyleşileri’nin bu haftaki konuğu, doktora tezini üniversitelerin dönüşümü üzerine yazan ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden ihraç edilen Dr. Emine Yönden Pehlivan’la, akademik emeğin dönüşümü ve üniversitelerin ahvali üzerine konuştuk.
Tezinizde akademik işin yeniden tanımlandığını söylüyorsunuz? Akademik iş nereden nereye doğru evrildi?
“Yükseköğretim Piyasasının” gelişmesi ve rekabetin artmasıyla üniversiteler kendilerine yeni hedefler belirliyor ve bu hedeflerle akademik iş yeniden tanımlanıyor; örneğin üniversitenin hedefleri arasına ArGe çalışmalarının arttırılması eklenince akademik araştırma, proje biçiminde yeniden tanımlanır hale geliyor. Ya da topluma hizmet vurgusu arttıkça sürekli eğitim merkezi ve uzaktan eğitim merkezi birimleri kuruluyor ve akademisyenler burada ders vermeye başlıyor. Ayrıca ödüllerle izlenen ve oluşturulan kalite süreci, Bologna ve akreditasyon süreçleri ve bilgi işlem teknolojileriyle yükseköğretim işi yeniden tanımlanıyor. Bunu şöyle açayım: Üniversiteler kendilerini ve hedeflerini tanımlamalarına bağlı olarak yeni birimler kuruyor ve bu yeni birimlerde yapılan işler aslında akademik işin yeni biçimleri. Bu yeni iş biçimleriyle bilginin elde edilmesi, üretilmesi ve yayılması değişiyor. Mesela uzaktan eğitim farklı iş türlerini beraberinde getiriyor. Geleneksel akademisyen işi, ders, tartışma, değerlendirme, puanlama gibi parçalara ayrılıyor ve parçalara ayrılan her bir iş standardize ediliyor ve böylece her bir parça, başka bir öğretim üyesine transfer edilebilir, herkesin yapabileceği bir işe dönüşüyor. Bu şekilde öğrenme öğretmeden kopuyor ve öğrenme yöneticiler tarafından denetlenebilir hale geliyor. Uzaktan eğitim sadece teknolojiye ve biçime ilişkin bir konu değil içeriğin denetimine de ilişkin bir konudur. Ayrıca sürekli eğitim ve uzaktan eğitim merkezleri Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) adına sertifika veriyor. Belge için yapılan sınavın içeriğini, aşamalarını MYK belirliyor, merkezler sadece sınavı yapıyor. Dolayısıyla akademisyenler sertifika programlarının sadece uygulayıcısı haline geliyor. Sürekli eğitim merkezleri de akademisyenin yaptığı işi değiştiren yeni birimlerden birisi. Akademisyenler bu birimlerde piyasanın talepleri doğrusunda kısa dönemli dersler veriyor.
Burada akla hemen Teknokentler geliyor.
Evet, akademik işin form değiştirdiği alanlardan birisi de Teknokentler. Öğretim elemanları yaptıkları araştırmaların sonuçlarını ticarileştirmek amacıyla Teknokentte şirket kurabiliyor, bir şirkete ortak olabiliyor veya bu şirketlerin yönetiminde görev alabiliyorlar. Teknokentlerdeki akademisyen şirketlerinin genellikle yaptıkları işler firma veya kişilere projeleri için hibe bulmak yani proje yazmak. Akademisyenler burada bir tür arzuhalci işi yapıyor. Fon bulduktan sonra da işin kurulumu ve geliştirilmesini ya da sorun çözme ve süreç geliştirme işlerini yapıyor. Bunların dışında akademisyenler şirketleri aracılığıyla dışarıdan getirdikleri bir ürünün satışını gerçekleştiriyorlar. Günümüzde projeler, akademik bilgi ve bilim üretmenin en yaygın biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Bugün akademisyenlerin kalitesi proje yapabilirlikle ölçülüyor.
Bu dönüşüm akademisyenleri nasıl bir denetime tabi kılıyor?
Üniversiteler artık kendilerini kalite belgeleriyle tanımlıyor. Her üniversitenin sitesinde görürsünüz ‘bu sene şu kalite belgesini aldık’, şu ödülü aldık diye duyururlar. Ödüllerin en önemli işlevi üniversiteyi bilinir kılmak; bu da yükseköğretim piyasasında rekabet edebilmek demektir. Üniversitenin bilinirliği sıralamalardaki yerine, yapılan işbirliklerine, alınan ödüllere bağlı. Üniversite yönetimi, daha üst sıralara çıkmak için, akademisyenleri yayın performansı ile iç ve dış destekli projeleri arttırmak yönünde teşvik ediyor. Bunu da daha çok atama kriterleri ve yüksek lisans ile doktora mezuniyet şartlarını sürekli değiştirerek yapıyor. Bugün denetimin görünür yüzü sürekli değişimdir. Yükseköğretimdeki piyasa kriterleri meslek içi yükselme kriterleri içine yerleştiriliyor. Akademideki denetim mekanizmaları, meslek içi yükselme kriterleri içine yerleştirilerek akademik ürününün içerdiği artı değer yani akademik ürünün kapitalist meta niteliği gizemlileştiriyor. Bugün üniversitelerde kullanılan bilgi işlem teknolojileri denetim ve yönetim mekanizmaları olarak çalışıyor. Yazılımlardan bazıları dersleri; bazıları da diğer akademik faaliyetleri kayıt altına alan, tasnif eden, istatistiklere döken ve buradan performans ölçüm araçları geliştiren yazılımlardır. Bu yazılımlar da sadece akademisyenlerin hedef ve çıktılarını karşılaştırmıyor aynı zamanda koyulan hedefleri yönlendiriyor.
Akademisyenin buna tepkisi nedir?
Sürekli değişime akademisyenin gösterdiği uyumun yüksek olduğunu ve rızanın daha kolay üretildiğini söyleyebiliriz. Bunun sebebi akademik ürünün niteliğinde gizli olabilir. Her şeyden önce üretilen akademik ürünler saf bir şekilde üreticiden kopuk ve devlet üniversitesinin mülkiyetinde görünmüyor. Akademisyen, ürünü kapitalist bir meta niteliği taşıyor olsa bile, kullanım değerinden tamamen kopuk değil. Her ne kadar üretilen bilgi ve teknoloji uzaktan eğitim materyalleriyle, san-tez projeleriyle, patent ve satışlarıyla meta olarak mübadele edilse de bilgi ve teknolojinin kullanım değeri bazı durumlarda üreticisi olan akademisyende kalmaya devam ediyor. Elbette gerçek boyunduruk tek yönlü bir tahakküm ilişkisi değil. Denetim ilişkileri uyum süreci ve direniş örüntülerini de içerir. Üniversite içinden bunlara karşı birçok itiraz da yükseldi. Bugün yaşanan ihraçlar ve yeniden düzenlemeler bu boyunduruk ve direniş örüntülerinin fotoğraflarından biridir.
AKP’nin KHK’lerle akademisyenleri ihraç etmesi ve rektör atamalarının cumhurbaşkanlığına bağlanması, yani üniversitelerin AKP eliyle yeniden dizayn edilmesi bu yeni akademik iş tanımıyla uyumlu mu?
Üniversitelerde akademisyenlerin tasfiye edilmesi, üniversitelerin hükümet eliyle dizayn edilmesi yeni bir olay değil, Türkiye’de üniversite tarihine baktığımızda bunu görürüz. Mesela 1900’de kurulan Darülfünun, 1919’da tüzelkişilik sahibi ve özerk olarak tanımlanır, ancak 1933’te kurulan İstanbul Üniversitesi, Maarif Vekilliğine bağlanır ve özerkliği kaldırılır. 1946’da 4936 sayılı kanun, üniversitelerin yönetsel ve bilimsel özerkliğini ve kendi organlarını seçme hakkını evrensel olarak tanımlar ancak Milli Eğitim Bakanı üniversitelerin başıdır. 1961’de 115 Sayılı Yasa ile Milli Eğitim Bakanı yetkileri üniversite ve Üniversitelerarası Kurul’a devredilir ancak gerekli hallerde Bakanlar Kurulu’nun üniversite yönetimine el koyabileceği de eklenir. 1982’de de daha önce üniversitelerde bulunan yetki ve görevlerin çoğu YÖK’te merkezileştirilmiştir. Yani devlet üniversite arasındaki bu merkezkaç ilişkisi hep vardı
Eleştirel çalışmalara devam etmek isteyenler için özeliyle, devletiyle üniversiteler dışında var olma olanağı var mı? Eleştirel bir akademik tahayyülü hayatta tutmak için nasıl bir yol izlemek gerekiyor?
Eleştirel çalışmaların merkezi zaten hiçbir zaman üniversiteler olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. Elbette akademi içinde de eleştirel çalışmalar olmuştur, bilgiyi ve bilimi başka türlü elde etme ve paylaşma arayışları olmuştur, hep de olacaktır. Akademik ürün kapitalist bir metaya dönüşse de boyunduruk altına alınış ve yabancılaşma geri püskürtülebilir, somut akademisyen emeği geri kazanılabilir ama bunun yeri sadece üniversiteler değil.
Geçtiğimiz günlerde Dokuz Eylül Üniversitesi’nin rektörlüğüne atanan eski AKP milletvekili Prof. Dr. Nükhet Hotar, önceliklerinin “Devletimize ve Devlet büyüklerimize saygısızlık yapılması ile FETÖ ve teröre sıfır tolerans” olduğunu söyledi. Akademik işin niteliğinin değişmesi olgusuyla, üniversite yönetimlerinin bu denli militanlaşması nasıl bir üniversite ve nasıl bir akademisyen tipi doğuracaktır?
Üniversitelerden her zaman böyle bir misyon beklenmiştir. Üniversitelerin Türkiye’deki yakın tarihi olan Darülfünunlara baktığımızda da aynı şeyi görürüz. Ziya Gökalp Darülfünun’u “milli maarifi tesise çalışan bir fabrika niteliğindedir” diye tanımlamış. Ya da Cumhuriyet’in ilk yıllarında Darülfünun’dan cumhuriyetçi kadrolar yetiştirmesi beklenmiştir. Yine 1973’te üniversitenin amacı milli tarih şuuruna sahip, vatanına örf ve adetine bağlı aydınlar yetiştirmesi olarak belirlenmiş. Dolayısıyla üniversitelere biçilen bu misyon yeni değil. Özgür üniversite ve akademisyen fikri mistifikizasyondan ibaret aslında. Akademik işi herhangi bir iş olarak değil hakikati arama işi olarak kodluyoruz. Hakikat arayışı düşüncenin kadir-i mutlak olduğu yanılsamasını içinde barındırır. Bourdieu akademik düşüncenin tıpkı edebiyat ve resim gibi kendini saf simgesel bir etkinlik olarak yücelttiğini söyler. Akademisyen, “pratik meşgale ve kaygılardan azat olmuş”, “kendinden başka amacı olmayan” faaliyetler yürüttüğünü düşünür; kendi mesleği hakkında konuşurken “tutku”, “adanmışlık” ve “bağlılık” gibi kavramları çokça kullanır ancak Türkiye’de üniversitelerin kuruluşunda teknik bilgi arayışı hakimdi (ki Avrupa’da birçok üniversite tarihi de böyledir). Darülfünun’dan önce teknik okullar vardı. Daha sonra bu okullar kapatılmış, üniversite çatısı altında toplanmış 1870’te açılan Darülfünun’da ders veren hocaların çoğu bu teknik okullarda ders vermiştir. Zaten Darülfünun’da ders verenlerin çoğu üst düzey bürokrattı. Yani akademisyenlerin devletle hep yakın bir ilişkisi vardı