Varoluşsal bir temel tehdide dönüşen bu salgın meselesi, yeni bir Zeitgeist olarak bir anda bütün dünyayı yüksek düzeyli bir kaygı bozukluğuna sürükledi ve daha da sürüklemeye devam edeceğe benziyor. Bu süreçte dünyanın beynelmilel sahibi muktedir Batı dünyasının ve onun yerli müttefiklerinin kurdukları devasa yönetimsel cihazların ne kadar çaresiz kaldığına da hep birlikte tanıklık ediyoruz. Sanayi Devrimi’nden bu yana aralıksız bir sömürü ve savaş sistemi olarak işlev gören kapitalizm her geçen gün daha da pervasızlaşarak hem iktisadi hem de askeri olarak ömrünü uzatmaya çalışıyor. Başvurduğu yöntemlerle asırlardır iktidar erkini pekiştiren bu sistemin, yeni salgınla birlikte yakın tarihin en bariz çöküş endişesiyle karşı karşıya kaldığını gözlemliyoruz. Bir virüsün, koskoca dünyanın, koskoca ekonomik, sosyal ve siyasal yapısını nasıl bozabileceği, insana hududunu hatırlatması açısından önemlidir. Mevcut çağın çöküşü ve yeni bir çağın şafağı bağlamında dile getirilen bütün ifade, beyan ve söylemlerin ortak yanının toplumun anbean büyüyen varoluşsal endişesi olduğunu görüyoruz. Birbirinden farklı kesimler bile bu yeni salgın şoku karşısında ortak bir paydada buluşabiliyor. Krizi yönetme süreciyle ilgili tutarsız söylem ve pratik adımlar ile kurulu sistemi daha da güvenilmez kılıyor.
Böylece toplumdaki varoluşsal kaygılar realitesi neo-liberal sistemi ciddi bir varlık kaygısına sürüklüyor. Dahası kapitalist sistem ve onun jeopolitik türevleri olan ulus devletlerin alışık olmadıkları farklı bir “direnç cephesi” ve “politik meydan okuma” ile karşı karşıya kaldıklarını gözlemliyoruz. Sistem karşıtlığının bu denli birleştirici bir rol oynadığı bir anda bile buradan bir devrimin çıkması mümkün değildir. Onun için bu sürecin sonucundan devrimsel bir nitelik beklememek lazım. Ancak mevcut sistemin üretim ilişkilerinden demokratik katılımcılığa, sınıflar arası asimetriden ekonomik paylaşıma kadar birçok konuda dönüşüm zorunluluğu olduğu muhakkaktır. Özellikle serbest piyasa ekonomisi adı altında her geçen gün yeni bir yıkım biçimine bürünen özel mülkiyet karakterinin değişeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Lakin kapitalist sistemin 21. yüzyılı, 19. ve 20. yüzyılın kod ve alışkanlıklarıyla inşa etme girişimi, başarısızlığının altında yatan önemli faktörlerden biridir. Kodların hızlı bir şekilde dönüşmesine, çok sayıda yeni dinamik ve toplumsal güç odağının var olmasına rağmen eski alışkanlıklarında ısrar etmesi güç zehirlenmesinden başka bir şey değildir. Sömürgeciliğe dayanan sistemlerin İkinci Dünya Savaşı’yla beraber köklü bir dönüşüme uğramış olmasına karşın, finans kapital merkezi dönemsel sömürü nizamlarını tesis ederek varlığını sürdürmüştür.
Temel düsturu kazanç dinamikleri olan kapitalizm, bugünkü toplumsal anominin derinleşen tablosunu ortaya çıkarmıştır. Burada esas olan olgusal husus “çöküş” söylemlerinin karşılık bulup bulmama olasılığı değildir, kapitalist sistemin neo-liberal yönetsel aygıtla oluşturduğu nizam ve bu nizamın yol açtığı “varoluşsal kaygı, toplumsal endişe, panik ve kaosunun” küresel ölçekte karşılık bulup bulmamasıdır. Gelinen noktada görünen o ki, bu hikâyenin mutlu bir sonla bitmeyeceği ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır. Bu diyalektik dönüşüm merkezi, mevcut sistemi “kaçınılmaz bir kader” ile karşı karşıya bırakmıştır. Sovyetler özgünlüğünde dağılmaya başlayan uluslararası sistemdeki çözülmenin beraberinde yeni bir çöküş dalgası getirdiği yeni yeni anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Batı’nın, hem iç hem de dış sisteminde endişeyi aşan bir durumla karşı karşıya kaldığı aşikardır. Dünya ile yeniden bir hesaplaşma hamlesi olan yeni dünya düzeninin hem teorik düzlemde hem de pratik bağlamda güç kaybetmeye başlaması bir panik psikolojisine yol açmış ve iç hesaplaşma momentini yakalamadan da çözüleceğe benzemektedir.
Zira sosyal sistemlerin yükselişi veya çöküşü salt adilane ve sosyal olup olmama haliyle alakalı değildir, genellikle toplumsal nizamın yönetsel şeklinin iletişim stratejisinin işlevselliğiyle, karar alma süreçlerinin katılımcılığıyla, şeffaflığıyla ve risk hesaplamalarının başarı veya başarısızlığıyla ilgili bir durumdur. Medeniyetlerin çöküş nedenlerini bu bağlamda sorgulamak gerekir. Tarihin bu bağlamda bir “medeniyetler mezarlığı” olduğu bilgi ve gerçeğini hatırda tutmak, hem olan bitene müdahale hem de geleceğin inşası anlamında önem arz ettiğini belirtmek gerekir. Bu nicel sorulara cevap niteliğini taşıyan sayısız tarihsel vaka ve çalışma önümüzde durmasına rağmen hiç kimsenin tarihten ders çıkarma gibi bir niyeti bulunmuyor. Sosyo-ekolojik kontrol süreçlerinin başarısızlığı, doğayla sosyal ilişkiler düzleminin bağlamları ve varlığın saf sürekliliği hakkında, toplumlardaki bilinç ve bilgi eksikliği medeniyet çöküşü için hep kilit bir rol oynamıştır. Sistem çöküşlerinin ve sosyal kurgusunun bozulma hallerinin en çarpıcı örnekleri arasında başta hiç şüphesiz Ortadoğu merkezli medeniyetler, Roma ve Bizans imparatorlukları, Maya ve Nordik kültürler gelmektedir. Bütün bu medeniyetlerin çöküşüne baktığımızda küçücük bir hatanın ya da riski zamanında görememenin bütün ezberleri bozacak kadar tesirli sonuçlar yarattığını görürüz. Sonucunda da bütün tahminlerin ötesinde yıkıcı kültürel dağılmalara ve çözülmelere yol açan bir dizi toplumsal çöküş meydana gelmiştir. Doğu medeniyetleri başta olmak üzere yüzyıllar içinde oluşan tüm sistem aygıtları yerle bir olmuş, kent ve ticari hayat büyük ölçüde gerilemiş, geriye ise yalıtılmış kabile ve boy toplumları kalmıştır. O döneme dair günümüze ulaşan az sayıda yazılı kayıtta da çöküşün vahametinin ne kadar büyük olduğunu görüyoruz.
Mezopotamya ve Akdeniz’in tüm doğu yarısında, Antik Mısır hariç, neredeyse tüm büyük ve orta ölçekli kentler, risk analizi yapılmadan girilen savaşların sonucunda, yağmalanıp ateşe verilmiş, diğerleri ise aynı akıbete uğramamak için bir daha geri dönülmemek üzere boşaltılmıştır. Yine aynı sebeplerden dolayı büyük salgın hastalıkların baş göstermesiyle, Bronz Çağı boyunca gelişip serpilen tüm medeniyetler yıkılmış ve bir daha varlık gösterememişlerdir. Nitekim çağımızın tamamıyla çökmeyecek olsa da eski haliyle asla devam edemeyeceği bugün dünden daha bariz bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. İhtiyacımız olan tek şey başlangıcında bulunduğumuz bu yeni Zeitgeist’le hemhal olup daha narin bir dünya inşa etmektir. Bunun yolu da geçmişi kendi sistematiği ve diyalektik akışı içinde anlamak ve onun zaruri kıldığı gerekliliklere uygun hareket etmekten geçmektedir.