Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, koronavirüsü gazetemize değerlendirdi: Türkiye’de COVID-19 salgınında neler yaşanacağını, hangi ülkeye benzeyeceğini, Nisan ayı sonunda, Mayıs ayı başında görebileceğiz
Gülcan Dereli
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) “pandemi” olarak tanımladığı yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını neredeyse tüm dünyaya yayılmış durumda. 160’ın üstünde ülkeye yayılan koronavirüsten yaşamını yitirenlerin sayısı 14 bin 750’yi geçti, vaka sayısı 341 bini aştı. Çin, Almanya, Fransa, ABD, Güney Kore, Kanada, İngiltere, Singapur ve İran gibi ülkeler virüs için önemli tedbirler alırken, İtalya’da koronavirüs riskini görmezden gelmesi tepki çekti. Ardından ülkenin neredeyse tamamı karantinaya alındı. Küresel salgına dönüşen koronavirüs nedeniyle birçok ülke önlemler alıp dayanışma örneği gösterirken Türkiye’de de plansız yönetimin ve kara düzenin salgını büyüttüğü eleştirileri yapılıyor. Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, konuyu gazetemize değerlendirdi.
- İtalya virüsle ilgili uyarıları hafife aldı ve sonuçları çok ağır oldu. Şimdi İtalya’nın tamamı eve hapsedilmiş durumda. Herkes hatta Türkiye’den bile İtalya’nın önlem almamasını eleştirdi. Şimdi aynı eleştiri Türkiye için yapılıyor. Bile bile İtalya’ya doğru mu gidiyoruz?
Çin’in Hubei eyaletinin başkenti Vuhan’da bir salgın olduğu haberinin tüm dünyada duyulmasının ardından, başta Çin Hükümeti ve Dünya Sağlık Örgütü, doğru adımları hızlı ve kararlı bir şekilde atıp devamında da tutarlılıklarını kaybetmediler. Türkiye Hükümeti de kısa bir süre sonra Çin’le her türden giriş çıkışları tamamen durdurdu. Vuhan’da yaşayan yurttaşlarımızdan arzu edenlerin ülkeye dönüşü için ambulans uçak gönderdi. Yurda getirilen 62 yurttaşımız, Ankara’da bir devlet hastanesinde, birer kişilik odalarda, tüm gereksinimleri devlet tarafından karşılanarak, düzenli aralıklarla muayene ve tetkikleri yapılarak, COVID-19’un etkeni olan SARS CoV-2’nin en uzun kuluçka süresi olarak bilinen 14 gün boyunca karantina da tutuldular. Hiçbirinde COVID-19 ortaya çıkmadı. Bunun üzerine, sosyal yaşantılarına olağan haliyle devam etmelerine müsaade edildi. Bu girişimi, salgınla ilgili bilimsel bilgilerimiz üzerinden doğru, yapılması gereken bir uygulama olarak değerlendiriyoruz.
Buna karşın, İran’da da COVID-19 salgını olduğu haberi geldiğinde, hükümet ilkine benzer bir uygulamaya gidip tüm sınır kapılarını kapatmadı. Önce kısmi kapatma, ardından tam kapatmaya geçildi. Aradaki süre hastaların ve/veya hastalarla temas etmiş kişilerin dolayısıyla, SARS Cov-2’nin buralardan ülkeye girişine fırsat verilmiş oldu. Eşzamanlı olarak, bu günden 10-15 gün öncesine kadar Avrupa’dan, özellikle de COVID-19’un görüldüğü ülkelerden gelenlerde dahil olmak üzere hiç kimseye karantina uygulanmadı. Bir kısmına ateşlerinin olup olmadığı kontrolü yapıldı. Ateşi olanlara “evinizden 14 gün boyunca çıkmayın, hastalık belirtileri olursa hastaneye gidin” uyarısı yapıldı ve bu kişilerin kayıtsız, izlemsiz ve denetimsiz bir biçimde toplum içine girişlerine müsaade edildi. Çoğunun önerilere uymadığına, hastalık belirtisi olup da hastaneye gidenlerin, başta özel hastaneler olmak üzere “biz görevli değiliz” gerekçesiyle geri çevrildiğine bizzat şahit olduk. Bu durum, medyada da yer aldı. En az bu ikisi kadar vahim olan bilimsel bilgi karşıtlığına örnek olarak da gösterilebilecek başka bir olay daha yaşandı.
Bunların yanı sıra, Suudi Arabistan’a Umre ziyaretine gitmiş yurttaşlarımızın tümünün dönüş tarihleri, saati ve havaalanı yetkililer tarafından biliniyor olmasına karşın, karantina hazırlığı yapılmadı. Önemli bir bölümüne yukarıda belirttiğimiz Avrupa ülkelerinden gelen yolculara uygulanan “prosedür” uygulandı ve evlerine gönderildiler. Ülkemizin dört bir yerinde köylere, kasabalara, ilçelere kadar dağılan bu kişlere evlerindeyken bile aile üyeleri, komşuları ve tanıdıkları tarafından kutlama ziyaretleri gerçekleştirildi. Çoğu bu süreyi evlerinde geçirmediler. Diğer bir sorun, ülke içinde hastalık tanısı konan olgular olmasına karşın toplu ibadetler çok uzun bir süre engellenmemiş olmasıdır. İnsanların doğrudan temasları görmezden gelindi.
Yukarıda tarihsel olarak sıralamaya çalıştığımız uygulamalar dizisine baktığımızda, hükümetin uygulamalarına, tutumuna ne ad verileceğini bilemiyoruz. Baştaki kararlılık ve bilimsel bilginin gereklerinin hayata geçirilmesinden neden vazgeçildiğini anlamak ve anlamlandırmak gerçekten oldukça zor.
Sağlık Bakanlığı tarafından paylaşılan verilere ek olarak, sağlık emekçilerinin çalıştıkları kurumlarında tanık oldukları hasta ve ölümlerle ilgili gözlemleri bir araya getirilip öngörüde bulunulduğunda, uzmanlar önümüzdeki 2-3 hafta gibi oldukça kısa bir zaman aralığında çok sayıda hastanın olacağını tahmin ediyor. Böyle bir durum, sağlık hizmeti sunan kurumları, talep çok çok yoğun olacağından işlevsiz hale getirebilir. Hastalar, almaları gereken tedavi hizmetlerini alamazken, büyük bir özveriyle hizmet sunmakta olan sağlık emekçilerinin de riski son derece artacaktır. İzleyebildiğimiz kadarıyla, bu kötü durumun yaşanma riskinin fazlalığı nedeniyle, TTB başta olmak üzere SES ve diğer sağlık meslek örgütleri, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ile hekimlerin uzmanlık dernekleri Sağlık Bakanlığı’na yapıcı uyarılarını doğrudan ve medya aracılığıyla iletmeye çalışıyor.
Hükümetin ve Sağlık Bakanlığı’nın yukarıda sıralamaya çalıştığımız uygulamaları ve tutumu nedeniyle, Türkiye’de COVID-19 salgınında neler yaşanacağını, hangi ülkeye benzeyeceğini, yoksa kendine özgün mü olacağını Nisan ayı sonunda, Mayıs ayı başında görebileceğiz.
- Hükümetin bu tedbirsizliğini nasıl yorumlamak lazım?
Ülkede bu kadar uzman varken, kendi çapında da olsa bilgili, deneyimli bilim insanları varken ne çoğunun hiçbir biçimde sürece dahil edilmemesini ne de sürece katılmış olmalarına karşın, yetkisizleştirilmelerini halklarımızın yararı adına anlamlandıramıyoruz. Bu salgın, ne Cumhur İttifakı’na ne Millet İttifakı’na ne de HDP’ye oy vermişleri, yeri geldiğinde de ne patronu ne de işçiyi ayırt ediyor, edecek. Bunu Sağlık Bakanı da Cumhurbaşkanı da biliyor olmalı. O nedenle inanın ‘yorumlayamıyoruz’.
- Nasıl bir sağlık örgütlenmesi var? Bu örgütlenme halk sağlığını koruyabilecek mi?
Salgınlarla, hele ki pandemilerle layıkiyle başa çıkabilmek için sağlık hizmetlerinin finansmanının kamusal, genel bütçeden karşılanıyor ve ülkede yaşayan hiçbir kimsenin sağlık hizmetleri kapsamı dışında olmaması gerekiyor. Bunun yanı sıra, salgının hem önlenmesi hem de kötü sonuçlarının önünün alınabilmesi için birinci basamak sağlık hizmetlerinin yani ilk başvuru kurumlarının bölge tabanlı örgütlenmesi, kişiye ve çevreye yönelik sağlık hizmetlerini bu alanlara yönelik meslek üyelerinden oluşan ekip tarafından sunuluyor olması gerekir. Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm Programı uygulamaya konana kadar böyle bir alt yapı sınırlı da olsa vardı. Ancak günümüzde hiçbiri kalmadı.
Bugün sağlık sistemimizin birinci basamak kurumları olan aile sağlığı merkezlerine mahallenizde Umre’den gelen var mı, yurt dışı seyahatten dönen var mı ya da COVID-19’lu hastanız var mı, kaç şüpheli temaslınız var, hanehalkları kaç kişi, bunların yaş ve cinsiyet dağılımı nedir? diye sorsanız sistemin yapısı nedeniyle yanıt alamazsınız. Çünkü bölge tabanlı örgütlenme yok, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri ayrı ayrı kurumlar tarafından sunuluyor, ev ziyareti yok, bunu yapabilecek ekip yok. Kişiler tek tek ele alınıyor. En fazla aileyle birlikte. Bir sokaktaki hanehalklarının her biri kentin farklı faklı yerindeki birinci basamak kurumlarından hizmet alıyor olabilir. Öyle olunca da bu mahallede salgın ne durumda, çünkü birbirine yakın olanlara temasla geçiyor, bilemezsiniz. İsteseniz de bilemezsiniz. Bu durum o birimlerde görev yapan meslektaşlarımıza rağmen böyle. Ne kadar çabalasalar da sistemin bu açığını kapatmaları mümkün değil. Çünkü sistem yapısal olarak salgınla mücadeleye uygun değil, hatalı.