Marguerite Duras’ın “Yazmak, gürültüsüz haykırmaktır” cümlesiyle ne demek istediğini, sanırım en çok, onun “Ölüm Hastalığı” kitabını okuduğumuzda anlarız. O, bu kitabında, gürültüsüz bir şekilde haykırmaktadır erkeklik mevzusunu. Tek bir mekanda, sadece bir kadın ve bir erkek arasında geçen diyaloglarla, Marguerite şiirsel ve çarpıcı bir dille bizlere haykırır. Bir kadının cümleleri ve sorularıyla, uyumasıyla, hareketleriyle, bedeniyle erkeğin varoluşsal bir sorgulamaya gittiği; içinde bulundukları odanın, terastan görünen denizin, kadının bedeninin birer metafora dönüştüğü bir anlatı.
Bu iki kişinin isimlerini, ne yaptıklarını ve kim olduklarını bilmeyiz. Sadece toplumdaki kadınlık ve erkeklik algısını temsil eden bir kadın ve bir erkek vardır. Kurdukları cümleler tam olarak erkeklik mevzusunu irdeleyen bir yerde durur. Fakat bu durum göze sokulmadan, basit, bir o kadar da çarpıcı bir şekilde yapılır.
Kadın daha net ve sorgulayıcı bir yerde dururken, erkek bilinmezlikler içerisinde boğulan, kendini ve kadını tanımayan, sevmeyi bilmeyen, hayatı birçok yönüyle daha negatif bir yerden gören biri olarak verilir. Kadın erkeğin bu durumunu “ölüm hastalığı” olarak adlandırır.
Erkeğin bilindik bilinmezliği
“Dünyadaki hiçbir şeyi, hiçbir zaman sizin bildiğiniz şekliyle bilmeyeceğini umduğunu söyler. Hiçbir şeyi sizin bildiğiniz şekliyle bilmek istemem, der, ölümün yol açtığı o kesinlikle, hayatınızın her gününde, her gecesinde birbirine benzeyen o umarsız tekdüzelikte, sevme yoksunluğunun o ölümcül işleyişiyle.” (s35) Erkeğin içinde olduğu “Ölüm Hastalığı”nı kadın, bu cümlelerle anlatır. Kadın yatakta yaşam dolu beden hareketleriyle, canlılığıyla, bazen uykuya dalarak bazen de böylesi çarpıcı cümleler kurarak erkeği, daha çok kendisiyle girişeceği içsel bir kavgaya yönlendirir. Erkek, bu sırada bazen terasa çıkar, odaya gelir, bazen ağlar, bilinmezliğin içinde debelenir durur. İçinde, nedenini bilmediği hıçkırıklar biriktirmiştir. Siyah denize karşı kendisine ağlar, bir yabancı gibi. Bu noktada erkek, dünyadaki mutsuzluğun sureti olduğunu düşünmeye başlar ve şu cümlelerle karşı karşıya kalırız: “Yine bu mekanda kalırsınız. Yine ağlarsınız. Ne bildiğinizi bilmeden bildiğinizi sanırsınız, o bilginin sonuna varamazsınız, dünyadaki mutsuzluğun tek başına sureti olduğunuzu sanırsınız, imtiyazlı bir alınyazısının sureti. Kendinizi olmakta olan bu olayın hakimi sanırsınız, böyle bir şeyin var olduğunu sanırsınız.” (s30)
Marguerite, şiirsel bir dille yazdığı kitabında, erkekliği bu kadar basit ve net cümlelerle anlatır. İmtiyazlı bir alınyazısına sahip erkek, kendini olayın hakimi sanmakta, dolayısıyla kendisinden bir türlü vazgeçmemektedir. Aslında erkeğin sürekli bilinmezlikler içerisinde olması, varoluşsallıktan ziyade erkekliğin gereği halini almıştır.
Öte yandan, “ölüm” etrafında dönen anlatı, bizi başka bir tartışmaya sürükler. Her seferinde, farklı tartışmalar içerisinde karşımıza çıkan, kadının “yaşam”ı, erkeğin ise “ölüm”ü temsil etmesi ne anlama gelir?
‘Ölüm varoluştan çıkıştır’
Kitabımızdaki kadın karakter erkeğin gözünden yaşamı sembolize ederken, erkeğin de ölümü sembolize etmesi aslında hiç de yabancı olmadığımız bir konu. Bununla beraber, “ölüm”ü yaşayan erkek varoluşsal bir sorgulama içerisindedir. Ölüm insan varoluşunun merkezi olarak alınır. Zaten ölüm, daima varoluşsal bir konu olarak karşımıza çıkıp erkekle bağdaştırılırken, kadın, doğum ve yaşamı simgeleyip varoluşun konusu olmaz ve felsefenin ilgisini pek de çekmez.
Filozof ve feminist Grace Jantzen ile Adriana Cavarero, yine feminist felsefenin en önemli isimlerinden Luce Irigaray’in batı sembolik düzeninin erkek merkezli ama aynı zamanda ölümle çok uğraştığı fikri üzerine bir öneri inşa ederler ve “Neden insan varoluşunun en temel özelliği olarak, doğuma değil ölüme öncelik verilir?” diye sorarlar. Onlara göre ölüm merkezli bir kültür, erkek merkezli olmayı beraberinde getirir. Çünkü doğum ve yaşam, erkek için korku kaynağıdır.
Adriana Cavarero, ölüm insan varoluşunun bu kadar temeli olduğundan, doğumun da ölüme referans verilerek anlaşılmaya başlandığını ileri sürer ve “Ölüm varoluştan çıkıştır; oluştan hiçliğe geçiştir. O halde doğum ölümün ters simetrisi olarak ve hiçlikten varoluşa geçiş gibi görülür” der.
Bu cümle “Ölüm Hastalığı”nda, kadının ve erkeğin, birbirlerinin gözünden içinde bulundukları durumu bizlere özetliyor. Kitapta erkeğin ölüm haliyle kastedilen, yukarıda geçen, varoluştan çıkma ve oluştan hiçliğe geçme durumudur. Öte yandan kadının canlılığı ve yaşamı çağrıştırması, erkeğin ölümü üzerinden, ters simetri kurularak karşımıza çıkmakta, kadın da hiçlikten varoluşa geçmektedir. Böylece Marguerite bizleri zamansızlık, mekansızlık ve hiçbir şeysizlik içinde bir yandan felsefik bir diyaloğun içine sürüklerken, öte yandan bizlere toplumsal erkeklik ve kadınlığa dair net bir gösteri sunar.
Künye
Ölüm Hastalığı
Yazar: Marguerite Duras
Yayınevi: Metis
* Yararlanılan kaynak: Feminist Felsefeye Giriş, Alison Stone, Otonom Yayıncılık, 2016.