“Bedeli ağırdır elbet / Zaman ha deyince ödeyemez kefaretini / Dumura uğrar tarihin hafızası / Anlık bir virüse yenilir.”
Anadolu ve Mezopotamya’da eski inanışlara göre şubat ve mart aralığında doğaya cemreler düştüğüne işaret edilir. İlk cemre havaya, bir hafta sonra suya ve sonra toprağa düşer. Bu bilgi, binlerce yıl gözlem kültüründen gelen bir bilgi. Yıllarca gözlemler yapılmış, hava durumları incelenmiş ve eski zamanlarda bir takvim oluşturulmuş. Mesela kocakarı soğukları, leyleklerin gelişi gibi eski takvimlerdeki işaretler. Bilimsel çalışmalara da konu olmuş.
Küçük yaşlardayken bu dönemde hava yeniden soğuyunca evdekilerin ‘Kocakarı soğukları başladı’ sözlerine inanır gerçekten bu soğukları çıkaran bir kocakarı olduğuna inanır, içten içe ona kızardım.
Prof. Pertev Naili Boratav, cemre dönemindeki bu kocakarı soğuğunu şöyle anlatıyor:
“Yılın belli mevsimleriyle ilgili kimi inançlarda aylar canlı varlıklar gibi düşünülmüştür. Bir inanışa göre, havalar ısınınca sıcağa kavuşup da martla alay eden kocakarıya mart kızmış, şubattan bir gün almış; soğuk, fırtına geri gelmiş, kocakarı da küstahlığının cezasını bulmuş. Mart içinde havayı yeniden kışa çeviren bugüne ‘kocakarı fırtınası’ denmesinin sebebi bu imiş.
***
Cemreler kültür ve edebiyatta da konu olmuşlardır. Mesela; divan şairlerinin cemre zamanları, baharın yaklaşması dolayısıyla önemli kişiler için şiir yazarlarmış. Bu ‘önemli’ kişiler de kendilerini öven şiirleri yazan şairleri mükafatlandırırmış. Bilindiği gibi bu tür şiirler “Cemreviye” ve “Bahariye” olarak adlandırılıyor. Cemreyle birlikte yeni bir hayat dört mevsimlik yolculuğuna çıkıyor yani cemre bu yolculuğun başlangıcı. Bir doğumun gerçekleştiği. Yeni bir yürüyüşün ilk adımları… Kalbin ilk atışları… Güneşin toprağa havaya ve suya sıcak bir merhabası. Suların ve sıcaklığın damarlardan doğanın bütün vücuduna yayılması… Doğadaki bu değişim ve canlanma elbet doğanın bir parçası olarak insanda da kendini gösterir. Ancak artık öyle olmuyor. Bu kez de öyle olmadı. Bir virüs geldi hayatı felce uğrattı. Bu belayı biraz da biz aldık başımıza. Doğayla hemhal olup kirlerimizden arınmak yerine gittik Avesta’nın kutsalları olan havayı, suyu ve toprağı kirlettik.
***
Kalbimizin atışlarıyla hayatın ritmi arasındaki uyumun sağlandığı anlar her zaman mümkün olmuyor elbet. Bu yıl cemrelerle birlikte bir virüs sardı dünyayı. Oradan oraya sıçradı, insanlığı esir aldı. Hava raporu gibi izliyoruz. Dünyada koronavirüs salgınından teşhis konulan hasta sayısı yüz binlerle, hayatını kaybedenlerin sayısı artık binlerle ifade ediliyor. Salgının görüldüğü ülkeler alarmda! Birçok ülkede; okullar tatil edildi, yüksek risk taşıyan ülkelere geliş gidişler yasaklandı, ulusal ve küresel çapta birçok spor müsabakası ertelendi. İlgililer, bir kıta hatta tüm dünya yüzeyi gibi çok geniş bir alanda yayılan ve etkisini gösteren salgın hastalıklara pandemik hastalıklar diyor. Bunu baz aldığımızda korona pandemik bir durumdaymış artık.
***
Bazen her şey ağır gelir dibe vurmaktan yorulur insan… Çıkmazlara girer, şarkısını yitirmiş gibi olur… Öyle de oldu. Olan oldu. Hadi gelin kendimize birkaç öğüt cümlesi kurarak teselli bulmaya çalışalım. Aslında bu tür salgınlar sırasında paniği yönetmek için stratejilere ihtiyaç var. Yoksa endişe ve korku virüsten daha hızlı yayılır. Koronavirüs, koronafobi’ye dönüşür. Görüldüğü gibi marketlere, eczanelere hücum edilir. Virüs insanlara bulaşmakla kalmıyor, aynı zamanda topluma da saldırıyor ve dayanışmayı yok ediyor ne yazık ki. Evet. Paniğe gerek yok ama rehavet de olmamalı diyor uzmanlar…
Paniğe kapılmamak, sorumsuz davranmak anlamına gelmemeli. Her şeyde olduğu gibi bu olayda da geçerlidir, temkin, irade ve disiplin. Ve elbet hiç durmadan hesaba yazılır tedbirde kusur. Şunu da kayda geçelim ki: İnsan gördüğü, yaşadığı tüm olumsuzlukların üstesinden gelmesini de bilen bir varlık. Sağlıklı günler dileğiyle.