Bütün duyarlıkların iç içe girdiği Sol’da, siyasi açıdan tutarlı görünen, ama aslında tehlike barındıran kimi anlayışlar rağbet görüyor günümüzde: Bunlardan biri %99 savı.[1] Örneğin 2011’de Occupy Wall Street hareketi, ekonomist Emmanuel Saez ve Thomas Piketty’nin ortaya koyduğu istatistikleri baz alarak, insanlığın iki gruba ayrıldığını ortaya atar: bir yanda ekonomik büyümenin getirilerinden aslan payını alan %1’lik zengin kesim, diğer yandaysa gitgide daha da artan eşitsizliklerden mustarip %99’luk kesim. Bu sav bir süreliğine etkili olur ve çeşitli ülkelerde halk hareketlerine yol açar. Ama esas sorun çok geçmeden ortaya çıkar: % 99’luk kesim birbirinden son derece farklı unsurlardan meydana gelmektedir. Zira bu kesim hem Delhi’nin ya da Rio’nun kenar mahalle sakinlerini, hem de henüz %1’lik kesime girebilecek kadar zengin olmayan varlıklı Neuilly-sur-Seine ya da Manhattan sakinlerini içerir. Söz konusu kesimlerin ortak bir çıkarda birleştiğini ya da gelecekte bir siyasi birlik oluşturacağını düşünmek hayli zordur.
Keza “kültür savaşı” savı da benzer bir kusurla malul. Aslına bakılırsa yanlış bir sav değil bu, ama nihayetinde sorunlu bir siyasi stratejiye yol açıyor. Çoğu zaman bu sav, hem Sosyalist Parti’den tutun Boyun Eğmeyen Fransa hareketine kadar Sol’da, hem de Sağ’da, özellikle de “Yeni Sağ” mirasına sahip çıkan sağcı hareketlerde çıkıyor karşımıza. Bu savın asıl kaynağıysa Antonio Gramsci’nin ve onun “hegemonya” kavramının gelişigüzel yorumlanması. Altta yatan fikir açık: Siyaset son kertede kültüre dayanır. Bir siyaseti hayata geçirmek için, öncelikle söz konusu siyasetin dayandığı söz dağarcığı ve “dünya görüşü” olabildiğince çok sayıda insana ulaştırılmalıdır. Şayet hükümetler kendi programlarını uygulayamıyorsa, bunun nedeni cesaretsiz ya da isteksiz olmaları, veya kendi seçmenlerinin çıkarlarını korumayı reddetmeleri değildir: Asıl neden, siyasi “iklim”in söz konusu siyasetin hayata geçirilmesi için elverişli olmamasıdır. O halde, söz konusu siyaseti olası kılmak için, atmosferi değiştirmek gerekir.
İçinde yaşadığımız Facebook ve Twitter çağında bu tür bir savın cazibesi ortada. Rahat rahat evimizde otururken bilgisayar karşısına geçip internette siyaset yapabiliriz artık. İnternet sitelerine yorum göndermek ya da öfkeli bir tweet yazmak başlı başına siyasi bir eylem olup çıktı. Keza gitgide okur sayısı düşen gazetelerde imza kampanyaları ya da öfkeli tartışmalar yayınlayıp bunların “internette dolaşmasını” ümit etmek de öyle.
“Kültür savaşı”nın önemi var elbette. Örneğin günümüzde Çin kendi “yumuşak gücünü” fazlasıyla ciddiye alıyor. Jimmy Carter döneminden başlayarak pek çok demokrat parti yönetimine danışmanlık yapmış olan Amerikalı siyaset bilimci Joseph Nye’ın ortaya attığı bir kavram bu. Nye’a göre, 21. yüzyılda bir ülkenin gücünü belirleyen şey sert gücü, yani askerî kapasitesi değil, kendisine ilişkin olumlu bir imaj sunarak küresel kamusal alanı etkileme kapasitesidir.
Nitekim Çin hükümeti internet vatandaşlarının [netizen], yani kendi ülkesinin çıkarlarını korumak için interneti kullanan vatandaşların faaliyetlerini örgütlüyor.[2] Sözgelimi 2017 Ekim’indeki 19. Çin Komünist Partisi Kongresi’nde yaptığı konuşmada devlet başkanı Xi Jinping’in işaret ettiği gibi, esas mesele internette “pozitif enerji” yayarak “Çin’in hikâyesini anlatmak ve yumuşak gücünü inşa etmektir”. Buna şüphe yok ama şunu da unutmamalı: Çinli internet vatandaşı birliklerinin arkasında dünyanın en büyük güçlerinden biri bulunuyor. Çin, uluslararası ilişkilerdeki pozisyonunu, yumuşak gücü ya da herhangi bir “kültür savaşı” sayesinde değil, Çinli yöneticilerin askerî güce tahvil etmeye çalıştığı ekonomik gücü sayesinde koruyor.
“Kültür savaşı” ifadesi başarısını kısmen şu sava borçlu: Yakın dönemde Sağ, artık her yanımızı kuşatan, neoliberal ekonomiden ve muhafazakâr ahlaktan oluşan bir birleşimi ortaya atarak fikirlerini empoze edebilmiştir. Ne var ki Sağ’ın bunu yapabilmesinin sebebi, “kültür savaşı”ndan galip çıkmış olması değildir aslında, zira üretim araçlarının özelleştirilmesi ya da piyasa ekonomisi gibi kurucu unsurlara 1970’lerin ortalarından bu yana adamakıllı meydan okunmamıştır. Üstelik 68 Mayısı sonrasında Sol’un altın çağını yaşadığı, hatta sol düşüncenin hegemonya kazandığı düşüncesi de geçmişten gelen bu yanılsamaya dayanır kısmen. Halbuki Fransa’da söz konusu dönemde Sağ kesintisiz bir biçimde iktidarda olmuştur. Sağ’ın paylaşımcı politikaları kabul etmesi ya da kadın haklarını tanıması, “fikir savaşı”nın değil, Doğu Bloku baskısının ve güçlü toplumsal hareketlerin eseridir.
Hatta günümüzde toplumun “sağcılaşması”nın bir alameti olarak gördüğümüz ırkçılığın bile, biçim değiştirmiş olmakla beraber, arttığını söyleyemeyiz. Günümüzde Fransa ne kadar ırkçıysa, 1960’lar ve 70’lerdeki Fransız toplumu da o kadar ırkçıydı şüphesiz.[3] 1970’lerden bu yana kapitalizm büyük dönüşümler geçirdi: finansallaşma, Doğu blokunun çöküşü ve küresel ekonomiye dahil oluşu, Çin’in kapitalist hamlesi, sanayisizleşme, işçi sınıfı hareketindeki kriz, neoliberal bir Avrupa’nın inşası… Sistemin yeniden yapılandırıldığı bu kriz ortamında Sağ fırsatlardan istifade etmeyi bilmiş ve kamusal tartışmalarda siyasete ve ekonomiye ilişkin uyumlu fikirler ortaya atmıştır. Ama şu var ki yeni neoliberal hegemonya ancak ilerici güçleri basbayağı zayıflatan yapısal çalkantıların ardından ortaya çıkabilmiştir. Nitekim sistemin değişebilmesi için “fikir savaşı”nı kazanmanın kafi geleceğini düşünmek hayal kırıklığına davetiye çıkarmak demektir.
Hem %99 savı hem de “kültür savaşı” argümanı toplumsal dünyaya ilişkin şu ortak tasavvurdan kaynaklanır: Toplum akışkan bir ortama benzer ve çeşitli söylemler aracılığıyla topluma belirli bir yön verilebilir. Nitekim Podemos[4] ve Boyun Eğmeyen Fransa’nın ilham kaynağı olan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un teorileri de bu anlayışın örneğidir.
Birtakım yorumların aksine, Gramsci sınıf mücadelesinin merkezine hiçbir zaman “kültür savaşı”nı koymamıştır. Gramsci kendi yaşadığı dönemde Marksizm’in geçirdiği evrimlerden bahsederken şunu öne sürer: “Marksizm’in son dönemdeki evrimi, hem hegemonyayı Devlet’e ilişkin tasavvurunun ana unsuru haline getirmesine, hem de kültür denen şeye, kültür faaliyetine ‘değer verilmesine’ ve salt ekonomi ve siyaset cephesinin yanına bir de kültür cephesini katma ihtiyacı duymasına bağlıdır.”[5]Mevcut ekonomi ve siyaset cephelerinin yanı sıra “kültür cephesi”ni eklemlendirmek: Gramsci’nin esas düşüncesi budur.
Bununla beraber bu düşünce, diğer cephelere kıyasla “kültür cephesi”nin daha önemli olduğunu öne sürmez. Keza kültür cephesi, düşünce alanında faaliyet gösteren militanların at koşturacağı bir alan da değildir. Gramsci’ye göre, çoğu zaman sendikacı, “kültür cephesi”nin en ön safında bulunur. Örgütlediği mücadeleler aracılığıyla, güç ilişkilerini dönüştürür ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu görmemizi sağlar. Şu var ki Gramsci’nin “kültür” derken kastettiği şey, bizlerin çoğunlukla bu sözcükten anladığımız şeyden basbayağı farklıdır. “Kültürel hegemonya” kavramı, entelektüellerin ya da muhalif yöneticilerin ana-akım medyadaki bitmek bilmeyen söylemlerini değil, bir partinin sınıf bilinci uyandırmak suretiyle geniş bir toplumsal kesim yaratma ve yönetme kabiliyetini ifade eder. Bunun örnekleri hem Gramsci’nin yaşadığı dönemde hem de günümüzde mevcuttur.
2017 Aralık’ında temizlik şirketi Onet’nin ücretli çalışanları Paris’te önemli bir zafer kazandı.[6]Devlet demiryollarının (SNCF) hizmetinde tren garlarının temizliğinden sorumlu olan taşeron firma çalışanları şu taleplerde bulundu: Devlet demiryollarının nakliye alanındaki kolektif sözleşmesine tabi olunması, çalışanları uzun mesafeler kat etmek zorunda bırakan mobilite şartının kaldırılması, yemek ödeneğinin artırılması ve resmî evrağı bulunmayan çalışanlar için düzenlemeler yapılması. 45 günlük bir grevin ardından, esas meseleler konusunda memnun edici bir sonuç elde ettiler. Ülkeye yeni gelmiş göçmenlerin, taşeron bir firmada ve üstelik de işlerin aksamasının toplumsal yaşamı önemli ölçüde sekteye uğratmayacağı bir alanda böyle bir mücadeleye girmesi, olayı daha da şaşırtıcı kılmaktadır. Bir rafinerideki işlerin aksaması, ülkeyi felç edebilir. Ama Seine-Saint-Denis’in bir kenar mahallesindeki tren garının temizliğinin aksaması nedir ki..?
Buna rağmen, grevciler ve sendika temsilcileri sebat ederek zafere ulaştı. 1970’lerden başlayarak, kapitalizmin geçirdiği yapısal dönüşümler işçi sınıfını değiştirmiştir. İşçi sınıfı ortadan kalkmadı şüphesiz; ama sosyal, etnik ve mekânsal açıdan daha fazla çeşitlilik içeren bir hal aldı. “Fikir savaşı” vermek demek, Onet’nin ücretli çalışanlarının verdiği mücadelede olduğu gibi, yeni halk kitlelerini politize etmek demektir. Onların kazandığı zafer gösteriyor ki imkânsız diye bir şey yoktur. Ekonomi ve siyaset cephesinde eklemlendirilecek “kültür cephesi” de tamı tamına budur. Kendileri muhtemelen bihaber olsa da, Onet’deki grevciler aslında Gramsci’nin gerçek mirasçılarıdır.
Razmig Keucheyan’ın Mart 2018’de Le monde diplomatique’te yayınlanan Ce que la bataille culturelle n’est pas başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Bkz. Serge Halimi, “ Le leurre des 99 % “, Le Monde diplomatique, Ağustos 2017.
[2] Krş. Yuan Yang, “ China’s Communist Party raises army of nationalist trolls”, Financial Times, Londra, 29 Aralık 2017.
[3] Örneğin krş. Yvan Gastaut, “La flambée raciste de 1973 en Francee”, Revue européenne des migrations internationales, c. 9, no 2, Poitiers, 1993. Ayrıca bkz. Benoît Bréville, “Intégration, la grande obsession “, Le Monde diplomatique, Şubat 2018.
[4] Bkz. Razmig Keucheyan ve Renaud Lambert, “Ernesto Laclau, inspirateur de Podemos “, Le Monde diplomatique, Eylül 2015.
[5] Krş. Antonio Gramsci, Guerre de mouvement et guerre de position, derleyen ve önsöz Razmig Keucheyan, La Fabrique, Paris, 2012.
[6] Krş. Cécile Manchette, “Onet. Victoire éclatante des grévistes du nettoyage des gares franciliennes “, Révolution permanente, 15 Aralık 2017.
*Akın Terzi tarafından çevrilen bu yazı www.e-skop.com sitesinden alınmıştır.