1917 yılında Silvan’da doğan Yusuf Azizoğlu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toprak mülkiyeti üzerinden hızla zenginlesen bir ağa ailesine mensuptu. Ailesi 1925’te Şeyh Said’i desteklememesine rağmen, Cemilpaşalar ile olan evlilik bağı ile kurulan akrabalıkları yüzünden sürgün edildi. Sürgün, aynı zamanda bu ailelere mensup çocukların eğitimleri için bir “fırsat” da oldu. Sürgün koşullarında eğitimini sürdüren Azizoğlu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1942 yılında mezun oldu. Silvan Belediye Hastanesi Başhekimi iken yerel seçimlerde başkan adayı oldu ve Silvan Belediye Başkanı seçildi. Demokrat Parti’nin kurulması ile birlikte Tek Parti döneminde mağdur olan Kürtlerin çoğu gibi kendisi de DP’den siyasete girdi ve 1950-1970 arası beş dönem üst üste farklı partilerden (Demokrat Parti, Hürriyet Partisi, Yeni Türkiye Partisi) milletvekili seçildi.
Gazetelerdeki nefret söylemi ile ilgili Yusuf Azizoğlu da 27 Nisan 1953 tarihinde sözlü bir önerge verir. Önergede son zamanlarda bazı gazetelerde “Doğulu vatandaşları istihdaf eden tahkir ve tahkirimiz neşriyata sık sık tesadüf edilmektedir” diyen Azizoğlu; Hürriyet, Ulus ve Dünya gazetelerinde intişar eden Falih Rıfkı Atay’ın yazıları ve buna benzeyen yayınlara dikkat çeker ve “memleket birliğini bozan, geniş bir vatandaş kitlesini Kürt, Kürtler, Kürdistan diye tevsi eden, buna mukabil diğer vatandaşları Doğululara düşman yapan ve memlekette nefret tohumları serpen bu tahrikler zararsız veya mubah hareketlerden mi telakki edilmektedir ? diye sorar. Dönemin İçişleri Bakanı Ethem Menderes, Yusuf Azizoğlu’na verdiği cevapta şöyle der: “Bizim için ve hakikatte de, memleketin ne şarkında, ne garbında ne de şimal ve cenubunda Kürt diye bir vatandaş kitlesi, zümre veya unsuru mevcut değildir.” Azizoğlu Şark Postası gazetesine 3 Ocak 1953’te “Hüseyin Cahit Yalçın’a cevap” başlıklı bir yazı da yazar: “Arkadaşım Mustafa Ekinci’nin Meclise intikal ettirdiği Karaköprü faciası hakikaten Şark’ta işlenmiş cinayetler serisinin yalnız bir halkasıdır. Daha bunun gibi yüzlerce sorgusuz ve sualsiz katliam vardır. Ve bunlar Şeyh Sait, Ağrı, Tunceli isyanları gibi hadiselerin tenkili mevzu ile alakalı hadiseler değildir. Bu masum vatandaşlar, kiminin kaşı kara, kiminin bıyığı sivri, kiminin başı biraz dik olduğu için bu katliamlara maruz kalmışlardır.”
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulan Yeni Türkiye Partisi’nin kurucuları arasında yer alan Azizoğlu, bir dönem partinin genel başkanlığını da yaptı. YTP, 1961 yılında girdiği seçimlerde Diyarbakır’da olayların %42,75’ini alarak Türkiye genelinde 92 milletvekili çıkarmayı başardı. İsmet İnönü’nün CHP’si ile hükümet ortağı oldu. Azizoğlu, 1962-1963 yılları arasında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev aldı. Dönemin CHP’li İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata, Azizoğlu’nun Kürdistan’daki sağlık ve altyapı yatırımları, kentlerdeki Kürt sivil toplum kurumlarına yaptığı yardımlardan dolayı “Kürtçülük davasına destek çıktığı” iddiasında bulunur ve Azizoğlu hakkında meclis soruşturması açılmasını talep eder. Bekata, konuşmasında “Yusuf Azizoğlu çıksın bu kürsüden ‘ben Türküm!’ desin evvela” der. Yusuf Azizoğlu kürsüye çıkıp “Türküm!” der. YTP’nin popülist siyasetine onay vererek onu Meclis’e taşıyan Kürtlerin bir kısmı büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Fakat okul, yol, hastane yapımlarıyla özdeşleşmiş ve Doğu’nun kalkınma söylemine umut bağlayan Kürtler için Azizoğlu hala bir kahramandır. 1970’te yaşamını yitirdiğinde dönemin önemli sanatçılarından Mahmut Kızıl onun anısına “Lîdero” isimli bir şarkı bile yapar.
1950’de Demokrat Parti listesinden Meclis’e giren üç Kürt mebustan Mustafa Remzi Bucak Umumi Müfettişliklerin lağvedilmesi konusuna, Mustafa Ekinci Karaköprü ve Mustafa Muğlalı (33 kurşun) katliamına, Yusuf Azizoğlu ise Doğu’nun geri kalmışlığı meselelerine odaklandı. Kürtlerin egemenlik meselesini geride bırakan, artık Türkiye’nin birer vatandaşı olarak hukuk alanı içerisinde onları güçlendirecek bir diskura yöneldiler. Bu üçü içerisinde Kürtler konusunda hala en “radikal” olanı M. Remzi Bucak idi. Nitekim bu duruşu 1950’ler sonunda Amerika’ya sürgüne gitmesini zorunlu hale getiren bir dizi baskı ve tehditle sonuçlandı. Mustafa Ekinci, 2000’ler sonrası Türkiye’sinde Kürt Hareketi ve diğer toplumsal muhalefet kesimleri içerisinde ana akım bir siyasal talebe dönüşen “geçmişle yüzleşme” ve “adalet talebi” gibi konularda üretilen diskurun belki de kurucularından birisi olarak görülebilir. Yusuf Azizoğlu ise Kürtlüğü henüz “Doğulu” bir geri kalmışlık ve kalkınma söylemi içerisinden kuran fakat sosyal sermayesi ve hizmet temelli yerel pratikleri ile 1960’larda popülist siyasetin önemli simalarından birisine dönüşecekti.