Bu aralar sessiz sedasız oturmuş sizleri izliyorum, gerçekten harika şeyler, insanlık adına emsalsiz işler yapıyorsunuz.
Elde olmayan sebeplerle, yurdunun bir parçasından diğerine göçmek zorunda kalmış, sekiz yıldır anasına, bacılarına – kardeşlerine, oğluna, yeğenlerine, akraba, arkadaş ve dostlarına ve çok sevdiği Wan’a hasret biri olarak gözlerimi yaşarttığınızı bilmenizi isterim…
Yukarıdaki bu bencil paragrafı göçmenliğin ne olduğunu bildiğimi bilmeniz için yazdım.
Ne güzel insanlarsınız, ne kadar duyarlısınız, vallahi helal olsun.
Birçoğunuz kendine “devrimci”, “demokrat”, “solcu”, “hümanist” hatta “sosyalist” diyorsunuz.
Katılmamak, boynunuza sarılmamak elde mi, mümkün mü böyle bir şey. Kuşkusuz ki değil!
Ancak!
Birkaç milyon Suriye vatandaşına kapılarını açmış, “Yeni Osmanlıcılık” hayalleriyle bir kısmını eğitip donatarak DAİŞ, İhvan vs. örgütlere eleman olarak yetiştirip yollamış, kalanları Türkleştirerek Rojava’da Kürtlere ait coğrafyaya yollamaya, orada Kuzeyli ve Rojavalı Kürtler arasında bir tampon bölge oluşturmaya hazırlanan, ancak şu ya da bu sebeple hesapları bozulan birinin beklediği paralar ve “destek” gelmeyince, bu zavallı insanları kışın ortasında, aç susuz, barınaksız ve istedikleri Avrupa hayallerinin olmayacağını bile bile; ölme, acı çekme, çaresiz kalma risklerine rağmen gerek denizden, gerekse de karadan Avrupa sınırlarına yığma hesaplarını (Bir kısmınız hariç) hiç ama hiç dillendirmediniz…
Dillendirmediğiniz birkaç şey daha var…
Dostane bir eleştiri gibi algılayacaksanız okumayı sürdürün, yoksa buradan aşağısını okumayın lütfen.
Türkiye hükümeti Afrin’e müdahale kararı aldığında orası resmi anlamda Suriye sınırları içinde bir Kürt şehriydi.
Afrin yüzbinlerce kadın, çoluk çocuğun yaşadığı, tarım, hayvancılık ve zeytin üreticiliğiyle yaşamını sürdüren, sakin bir şehirdi.
Oradan Türkiye’ye tek bir mermi sıkılmamıştı.
Afrin savaşı aklından bile geçirmeyen, barışsever insanların yaşadığı bir şehirdi…
Bir akşam, hiçbir insani gerekçe yokken TSK’ye ait uçaklar havadan ve desteklediği gruplarla birlikte karadan saldırıya geçti. Devlet “72 tane F 16 ile vuruyoruz” diye açıklamalar yapıyordu ya, doğruydu. Tam 72 uçakla bombalıyorlardı dünyanın gözünün önünde.
Kadın çoluk çocuk binlerce insan öldü.
Gün geldi, saldırılar dayanılmaz hal aldı ve sonuçta yüzbinlerce insan göç etmek zorunda kaldı.
O tertemiz insanların yaşadığı şehir, DAİŞ ve benzeri grupların eline geçti.
O güzel insanların evlerine, işyerlerine silahlı gruplar yerleştirildi.
İşte oranın o temiz insanları, o günlerde sizlerden bir ses bekledi…
Yine bir kısmınız hariç ses etmediniz, olup bitene seyirci kaldınız.
Bir kısmınız çıktı geldi, Afrin halkıyla birlikte mücadele yürüttü, yaşamını feda etti…
Suriye halkları onları bağırlarına bastı, hayattayken ve yaşamlarını yitirmişken kucakladı, mezarlarını yanı başlarına kazdılar…
Geçmişte sınav olacak bu yaşanmışlık varken, kendine “reis” dedirten birinin oynadığı “göçmen” senaryosunun şöyle ya da böyle içine düşmeye başladınız.
Avrupa’dan üç beş milyar dolar almayı başarsa, geri çekeceği bir grup gariban şu an Avrupa sınırına yolladığı insanlar…
‘Reis’ oynuyor. Ya da oynadığını sanıyor…
Kendi halkıyla, Ruslarla, Amerika ve Avrupalılarla, herkesle oynadığını sanıyor gerçekten.
O oynuyorken çalmamak gerek. Onun yeteri kadar darbukatörü var.
Dönen oyunları, kullanılan bu yoksul, çaresiz, piyona döndürülmüş insanların niye, ne amaçlar için kullanıldıklarını düşünmek ve çökmek üzere olan AKP-MHP iktidarının bu oyununa alet olmamakta fayda var.
Sorun ‘göçmen sorunu’ değil…
Sorun, batan geminin kaptanının kendi derdine çare arayışının bir parçası.
Anlamak ve ona göre davranmak gerek…