Stockholm. Gayrımeşru seçimden sonra, son yapılan gayrimeşru yasal düzenlemeler ile, OHAL’in artık normal günlük bir gerçeklik hale geleceği anlaşılıyor. Geçen yılki gayrımeşru referandum öncesi “200 Yıllık Bir Kavga” diye bir yazı yazmıştım. Orada da yazdığım gibi, süreç uygun adım yürütülmeye devam ediyor. Direnişten başka bir kurtuluş şansı yok içine sokulduğumuz cendereden.
Şeyh Bedrettin’den bu yana bu coğrafyanın halkları tiranlığa karşı koydu. Evet, tiranlık galabe çalsa da direniş ruhu asla sönmedi.
Bu coğrafyanın halkların anayasa kavgası tiranlık karşısında halkların ilk zaferi olan İhtilal-i Kebir’den, yani büyük Fransız devriminden hemen sonra başladı.
Vlah kökenli bir Rum olan Velestinli Rigas, Osmanlı sultanlarının tiranlığına karşı ilk anayasa metnini ihtilalden hemen 9 yıl sonra yazdı. Bastırdığı anayasa metnini kaçak olarak Osmanlı diyarına sokmaya çalışırken, karşı devrimci, monarşist Avusturya imparatorluk makamlarınca o zaman Trieste kentinde tutuklanıp Osmanlı makamlarına teslim etti.
Belgrad kalesinde 45 gün işkence altında tutulduktan sonra idam edildi.
Bu toprakların tiranları oldum olası kelle almayı çok sever. İdam saplantısı, oradan gelir, sadece şeriattan değil!
Ama anayasa kavgası bitmedi. Rigas’tan 70 küsür yıl sonra, tiran Abdülaziz’in hal’edilmesinden sonra ilk 1876 Anayasası’nın metni, Genç Osmanlılar denen ilk aydınlanma kuşağı yanında farklı milliyetlerden Krikor Odyan gibi aydınların da katılımı ile yazıldı.
Bu anayasa sonucunda oluşan ilk meclis ve senato farklı milliyetlerin en fazla temsil edildiği örnek oldular modernleşme tarihimizde.
Ama bu Meclis’in ömrü bir yıl oldu. İlk anayasa katili, Kızıl Sultan Abdülhamit tarafından 40 yıl askıya alındı parlamento. Şimdi yeni Sultan adayımızın da hayali bu! Ülkeyi 40 yıl karanlığa mahkum etmek!
1961 Anayasası nasıl kendi katiline MGK ile olanak verdi ise, ilk Meşruti Anayasa da kendi katiline, yani Sultan’a parlamentoyu kapatma yetkisi tanımıştı.
Anayasalaşma çabası o zamanın büyük güçlerinin de hoşuna gitmedi. Düşünün ki Rusya dahil birçok Avrupa ülkesinde Anayasal (Meşruti sistem) yoktu.
Çünkü halkların ortak iradesi ile oluşacak bir siyasal yapılanma onların böl ve yut politikası önünde engel olacaktı. Ayrıca Rus Çarlığı gibi tiranlıklar için de tehlikeli bir örnek olacaktı.
Yeni Türkiye’nin dizilerinin kahramanı Abdülhamit, ülkeyi bir hafiyeler, muhbirler diyarına dönüştürdü bugünkü gibi.
Osmanlı diyarının birçok halkı ve ülkesi en çok onun zamanında sömürgeleştirildi.
İkinci Anayasa deneyimi de halkların ortak iradesi sonucu gerçekleşti.
1908 Meşruti Devrimi, farklı milliyetlerden devrimci örgütlerin 1907 yılında kurduğu ittifak sonucu başarıya ulaştı, ama yine tamamlanmamış bir devrim olarak kaldı.
Büyük güçler bu deneyime de destek vermedi. Çünkü onların böl yönet taktiğini engelleyebilirdi. Demokratikleşmeye şans tanımadılar.
Farklı milliyetlerden devrimciler ve aydınlar, 1876 Meclisi’ne oranla daha az temsil edilebilmelerine karşın, II Meşrutiyet Meclisi’nde temel hakları ve demokratikleşme reformlarını en canla başla savunanlar arasında Zohrab, Vlahof, Pastırmacıyan, Nazaret Dağavaryan, Pastırmacıyan gibi isimler yer aldı.
Ancak bu kez anayasa katili olma sırası İttihatçılardaydı.
Ve bunu diğer Demokrasi ihanetleri izledi.
İttihatçılar Abdülhamit’in kıyım geleneğini de devir aldılar. Hatta onu geçmekle, nihai çözümle övündüler. Ve yine Kızıl Sultan gibi, dinsel fanatizmi halkları ezmek için kullandılar.
Daha sonra 1950 seçimlerinde Türkiye halkları tiranlığa karşı bir kez daha HAYIR ARTIK YETER dedi.
Ermenisi, Kürdü, Rumu, Yahudisi, köylüsü işçisi oyunu “demirkırat”lara verdi. Meclis’te uzun zamandan beri ilk kez farklı kimlikler yer aldı.
Bu kez, halklara ve demokratikleşmeye ihanet sırası onlardaydı.
1961 Anayasası biraz demokrasiye kapı aralayınca, farklı milliyetlerden, toplumlardan insanlar Türkiye İşçi Partisi’nin altında birleşti.
Paşalar, “elbise bol geldi” dedi, darbe yaptı, TİP’i kapattı. Anayasa katili olma sırası onlardaydı. Ha bire elbiseyi daralttıkça daralttılar.
Türkiye’de solun güçlenmesi, yeni büyük güçleri rahatsız etmişti. Onlar da demokrasi özürlü Türkiye’yi kendi sistemlerine dahil ettiler. Eleştirilerini de, bir çeşit Ankara’dan bir şeyler tırtıklama aracına dönüştürdüler.
1991 seçimlerine demokratikleşme vaatleri ile giren Demirel-İnönü ikilisi de ihanet edip, militarizme teslim oldular.
9 Haziran 2015 seçimleri de aslında farklı halkların ve grupların bir araya geldiği bir çeşit demokratik devrim örneği idi.
Ve Tiran adayının dizini kırdı. Onu korkuttu. Bu kadar zulme yönelmesinin nedeni de bu. Ve Kızıl Sultan’ın korkusu ile eşdeğer.
Fransız devriminin 200. yılında sosyalizmin demokrasi özürlü örneği Sovyet modeli çöktü.
Bundan 10 küsür yıl sonra, demokrasi özürlü Türkiye modernleşme modeli 2000’lerin başında zaten çökme vaziyetine girmişti.
Şaibeli Anayasa halk oylaması ile aslında 150 yıl önceki tiranlık sistemine dönüp dönmeyeceğimiz belirlendi.
Çok zorlu bir kavga olacak. Ya 2023 yılına kadar İslam Cumhuriyeti ilan olunacak, ya da gerçek bir demokratikleşmenin temelleri atılacak.
Ne yazık ki 1908’de, 1950’de olduğu gibi “Artık yeter!”, HAYIR deme şansı kaçırıldı, bu referandum ve seçimler meşru kabul edilip, büyük oyunun figüranı olmanın kabul edilmesi ile.
Yaşadığımız basit bir RTE meselesi değil, 200 yıllık bir kavganın yeni merhalesi.
Yine de enseyi karartmamak lazım üstad Çetin Atan’ın deyişi ile.
Bunun güvencesi ise, onca zulme karşı 200 yıldır bu ülkede dinmeyen direnme ruhu ve özgürlük arayışı.