Yaşadığımız hayata “karar”lar cinsinden bakabiliriz. Bir başka ifadeyle, hayat dediğimiz süreç, aslında herkesin çeşitli “karar”lar alarak attığı adımlardan oluşan bir süreç. Örneğin, manavdan bir kilo domates almak ya da bir ev satın almak ya da bir siyasi partiye üye olmak ya da bir greve katılmak gibi aklınıza gelebilecek sonsuz sayıdaki kararlar, “hayat” dediğimiz yaşama sürecini biçimleyen adımlardan başka bir şey değil.
Böyle baktığımızda da “kapitalizm” adı verdiğimiz bu düzenin farketmemiz gereken bir özelliği var. Bu düzende, her geçen gün “az sayıda insanın çok sayıda insanın hayatlarıyla ilgili kararlar alıyor” olması. Bir kere az sayıda insanın, çok sayıda insanın ne giyeceğinden ne yiyeceğine ve nasıl yaşayacağına dair kararlar verebiliyor oluşu iki nedenle sorunludur. Birincisi, bu kararlar büyük ölçüde toplumdaki gerçek talepleri karşılayamayacağından ekonomik kaynakların israfına neden olur. İkincisi ise; “karar alanlar daima kendi çıkarlarına uygun kararlar alırlar” gerçeğinden hareketle toplumun genel çıkarları değil, toplumdaki azınlık bir kesimin çıkarları gözetilmiş olur. Bu özellik aslında neden kapitalizmin istikrarsız, krizlere gebe bir düzen olduğunu da açıklar.
Şimdi Türkiye’de yeni sistem denilerek atılan adımlar bu sürecin işaretleriyle dolu. Üstelik bu yukarıda söylediklerimiz yalnızca ekonomi alanında değil siyaset alanında da öyle: az sayıda insanın çok sayıda insanın hayatlarıyla ilgili karar alma imkanı en uç noktasına kadar götürülüyor. Bu imkan bugün bu yeni sistemle neredeyse “tek bir kişi”nin eline verilmiş görünmekte. Yeni unvanıyla “Başkan Erdoğan”ın ya da “Reis Erdoğan”ın!
Denilebilir ki bu durum daha önce de böyleydi. Türkiye’de toplumla ilgili bütün kararları zaten küçük bir “siyasi ve ekonomik elit” alıyordu. Evet bu itiraz bir ölçüde doğrudur ama daha önce de neden bir türlü belimizi doğrultamadığımızın nedeni de bu değil miydi? İkide bir “darbelere” ya da “ekonomik krizlere” maruz kalmamız bu “merkezileşmiş” ekonomik ve siyasi yapının sonucu değil miydi?
Evet! Bence Türkiye’nin önümüzdeki günlerde hızla içine girmekte olduğu yeni rejim, özünde hem ekonomik olarak ve hem de siyasi olarak “merkezileşmenin daha da yoğunlaşacağı” bir rejim olacak. Bu da, yukarıdaki analizden gidersek, “merkezi” olarak alınan kararların daha fazla yanlışlara, dolayısıyla ekonomik kaynak israfına yol açacak ve az sayıda “siyasi ve ekonomik elitin” daha da güçlenmesi söz konusu olacaktır. Sonuçta Türkiye, siyasi dokusunun da ekonomisinin de daha kırılgan bir hale geleceği bir ülke olacaktır.
Peki ama bütün bunlar bilinmiyor mu? Bizim iktidar elitimiz biliyor mu bilmiyorum ama Batı’nın bildiği kesin. O nedenle de, hükümetin kurulmasından hemen sonra Erdoğan’ın kendi damadını ekonominin başına geçirmesiyle birlikte çeşitli finans kuruluşlarının not düşürme ve uyarıda bulunma gibi tepkileri, ülkede alınacak olan kararların “tek adam” tarafından alınacağını, yani ekonominin de siyasetin de merkezileşeceğini ve dolayısıyla Türkiye’den pek umutkar olmamak gerektiğini söylüyor. Bütün bunları Sayın Cumhurbaşkanı duyuyor mu dersiniz? Pek sanmıyorum. O nedenle de hani ne derler “Bindik bir alamete, gidiyoruz felakete!” durumundayız yani.
Not: Buradaki kapitalizm analizini Marksist bulmayanlar olabilir ama özünde aynı köktendir.