Sistem krizinin, savaşın, baskıların, şiddetin ve ayrımcılığın can alıcı düzeyde artmasının ve zaman zaman nefessiz bırakmasının etkisiyle; coşkuya, morale ve yeni bir motivasyona ihtiyaç duyduğumuz, yeni bir söz kurmaya ve yeniden anlam arayışı ile hakikatimize, özümüze ulaşma umudu ile 8 Mart’a heyecanla gidiyoruz. Tarihsel olarak, kadınların, sınıflı toplum yapısının ortaya çıkardığı derin eşitsizliklerle mücadelesi sonucunda 100 yılı aşkın bir zaman öncesinde ortaya çıkan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, günümüzde anlamını aşarak ve yeni anlamlar yüklenerek tüm dünyada evrensel kadın mücadelesinin sembolü olmuştur. Artık kavramsal olarak “emekçi kadın” söylemi tüm kadınları kapsamakta olduğundan sadece “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmaktadır. Kadının yaptığı her iş ve eylemin bir emeği ifade ettiği ve bir mücadele sonucunda kazanıldığı gerçeği ile daha geniş bir anlama ulaşmıştır.
Birleşmiş Milletler’in 8 Mart’ı tanımasının ardından her yıl farklı bir tema ile kutlanan 8 Mart, son yıllarda yine köklerinden beslenerek çalışma hayatını değiştiren, dönüştüren ve her alanda eşitlik yakalamaya çalışan kadınlara vurgu yaparak temalar belirlerken, coğrafyamızda ise süregelen savaşa, baskılara ve artan şiddete karşı çok daha başka bir mücadele biçimine, direnişe ve kendimizi ifade ediş şekline dönüşüyor.
Sadece son beş yıla baktığımızda bitmek bilmeyen bu savaşın etkisi ve bunun karşısında gelişen ve devrimleşen bir kadın mücadelesine tanıklık etmiş bir toplum ve kadınlar olarak, 8 Mart yaşamsal değerde bir anlam buluyor ve sözümüzü büyütmenin ve dünyaya duyurmanın en güçlü aracına dönüşüyor.
Ataerkil toplumsal cinsiyet ilişkileri savaşların nedeni olmakla birlikte sonucunu da belirlemektedir. Eğitim sistemi içerisinde çocukların yetiştirilmesi, medya, istihdam alanlarındaki ataerkil toplumsal cinsiyet ilişkilerinin üretildiği kültürel süreçler yaratılmaktadır. Milliyetçi toplum yaratılmakta ve o toplum savaşı isteyen, savaşın yarattığı yıkımı görmeyen, birtakım görsellerle zafer kazanılmış gibi algılatılarak manipüle edilmektedir. Başka bir deyişle, ataerkil bir toplumda hiyerarşik ilişkiler, milliyetçi toplumların gereksinimlerine özellikle uygun düşmektedir. Dünyada yaşanan savaşlara baktığımızda yüzyıllardır kadınlar savaşla birlikte fethedilen toprakların bir parçası olarak düşünülerek savaş ganimeti olarak köleleştirilmiş, tecavüze uğramış, göç ettirilmiş, yerinden koparılmıştır. Ruanda, Bosna, Güney Sudan ve en son Şengal’de Ezidî kadınların yaşadığı kırım insanlık tarihine utanç olarak geçmiştir. 2002’den beri savaş suçlarını inceleyen Uluslararası Ceza Mahkemesi ilk kez 2016 yılında kadına yönelik tecavüzü savaş suçu olarak tanımlamıştır.
Hali hazırda süren fiziksel ve doğrudan savaşın toplum, en çok da kadın üzerindeki yıkımını izlediğimiz şu günlerde savaşın doğrudan olmayan, birtakım stratejilerle toplum üzerinde üretilen yeni bir formundan söz etmek istiyorum; Özel Savaş!
Dünyada, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra özel savaş stratejileri devletler tarafından, toplumlar üzerinde uygulanmaya başlanmıştır. Bugün, doğrudan savaşın ve özel savaşın her gün yeniden üretildiği bir coğrafyada yaşıyoruz. 90’lı yıllardan beri savaşın bu yeni formu kurumsallaşarak, kendini gerçekleştireceği araçlarını oluşturmuştur. Kuralsızlık, kendi yasasını oluşturma, savaş gibi algılanmaması gibi özellikleri olan ve bu görünmeyen şiddet halinin, saldırının, en çok da toplumun mihengi kadınlara yöneltilmesi sistematiktir. Yaşamı kuran da, üreten de, çoğaltan da kadın, kültürel kodları taşıyan ve aktaran da… Doğasında, özünde direniş ruhunu taşıyan ve mücadele etmekten asla vazgeçmeyen de kadın. Bu erkek sistem, kadını yok ettiği ölçüde toplumu da yok etmiş olacağını düşünerek gerçekleştiriyor tüm stratejisini. Artık savaş mekanı olarak kadın bedeni “üzerine” ve kadın bedeni “üzerinde” gerçekleştiriliyor.
Dersim’de, Amed’de tüm Kürdistan’da kadına yönelik şiddetin farklı formlarda tezahür edişi elbetteki tesadüf değil, Gülistan Doku’nun ortadan kayboluşu ile açığa çıkan bazı gerçekler, genç kadınların bedenine, duygu dünyasına, psikolojisine yönelik bir yok etme saldırısı altında olduğunu ve “Kadın kırımı” denen kavramı getiriyor önümüze bir kere daha. Bu kişiliksizleştirme, kimliksizleştirme, özünden kopararak anlam arayışını bir hiçlik üzerine kurgulatan anlayış oldukça tehlikeli ve tuzaklar içermektedir. Özel savaşın çeteleşmiş paramiliter yapıları, aşk adı altında taciz, tecavüz ve zorla fuhuşa yönlendirme gibi durumlarla genç kadınların benliğine, ruhuna saldırmakta, onur kırıcı durumlar yaşatarak utanç içinde bırakmaktadır. Yanı sıra özel olarak yoksullaştırılan toplumun içinde kadın yoksulluğu meselesi daha yaşamsal bir hale dönüşmekte ve kadın çerçevesi çizilmiş o sığ yaşamların içine hapsedilmektedir.
Cehenneme dönüşen evlerde sıkışıp kalmaya yol açan yoksulluk, şiddet gittikçe kurban psikoloji yaratılan kadına kurtuluşun mümkün olmadığı anlayışını yerleştirilerek kayboluşa, çürümeye ve yozlaşmaya itmektedir. Kadının kurtuluşu örgütlenme ile mümkündür. Bunu engellemek için de örgütlenebileceği alanlar yağmalanmış, bir kere daha çaresizleştirilmeye çalışılmıştır. Örgütlenme ile yeni bir kimlik ve kişilik kazanan kadın daha güçlü bir anlam ve hakikat arayışına girecek ve güçlenecektir. Doğru tespit doğru mücadeleyi de getirir. Direnişte olma halini göğüs göğüse, doğrudan bir çarpışma olarak sınırlamak eksik kalır, direnişi kendi özümüzde varolan haliyle; zayıf yönlerimizi ve karşı karşıya olduğumuz psikolojik şiddeti tanımlayarak ve bununla mücadele etme yöntemlerini geliştirerek, üzerimize her yerden yönelen baskıyla baş etmek için kendimizi geliştirmek olarak düşünmek gerekir. Öte yandan, şiddetin kavramsal olarak ev içi alanla sınırlandırılmasından da kaçınmalıyız, çünkü tam tersine, şiddet; üretilen savaş politikalarından, savaşın yarattığı yıkımın ve yoksullaşmanın ev içi alanın duvarlarını yıkarak nasıl yeniden üretildiğinin ifadesidir. Devletin yapısal olarak ürettiği veya doğrudan yönlendirdiği şiddet, toplumda, evde, sokakta, işyerinde, okulda şiddet yeniden üretilecek alan bulmakta ve bu kısır döngü birbirini tekrar üreterek etkileşimle sürmektedir. Yani savaş hanenin duvarlarını yıkarak kadının yaşam hakkına, tacize, tecavüze, istismara dönüşmektedir. Son söz olarak haftanın anlamına da ithafen Rosa Lüksemburg’un bir sözünü alıntılamak anlamlı olacaktır: “Üzerimizde dolaşan savaş tehlikesinin sorumlusu sadece barış amacıyla olduğunu iddia ederek çılgınca silahlanmayı tertipleyen sınıflardır.”
Bijî 8’ê Adarê!!!