Geçtiğimiz günlerde TEMA Vakfı tarafından, Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi ile uyumlu su yönetimi ve su koruma politikalarının hayata geçirilmesini teşvik etmek amacıyla ‘Katılımcı Nehir Havza Yönetim Projesi’ kapsamında ‘Su diyaloğu’ toplantısı düzenlendi. TEMA Vakfı ve proje ortakları olan Avrupa Çevre Bürosu (EEB) ile Dünyanın Dostları Hırvatistan (FoE) tarafından gerçekleştirilen toplantıda Türkiye’de Su Kanunu’nun bir an önce çıkarılması gerektiği vurgulandı.
Sihirli ‘katılımcı’ sözcüğü ile nehirler için havza planları hazırlanıp yönetilmesi amaçlanıyor. Acele çıkması istenen su kanunu da bu çerçeve ile ilgili yani suyu yönetmek. Su doğal bir varlık, o bir şirket ya da bir mahalle veya belediye değil. Su yönetilmez! Suyun yönetilmek istenmesinin temel nedeni, tüm suları ticari bir meta haline getirmek ve kapitalist üretim süreçlerine bağlamak içindir.
Her türden üretim sürecinde suya ihtiyaç duyulur ve bu sular sermaye için, yaşamsal (insan, hayvan, bitki) değerlerin çok üstündedir. Sermayeye bu da yetmez suyu kontrol ederken aynı zamanda ona sahip olmayı da amaçlar. Sular, şişeler içinde insanlara ve tarımsal sulamalar ise kontörlü sayaçlara bağlanıp çiftçilere ‘mal’ olarak uzun süredir satılmaktadır. Şişelenmiş su şirketlerinin büyük sanayi şirketleri içinde yer alıyor olması bir tesadüf değildir. Küresel iklim krizinin en önemli sonuçlarından birisi suların her geçen gün kurumaya başlamış olmasıdır.
Avustralya’da suları tüketiyorlar gerekçesiyle 10 bin deve ve at, suyu yönetmek isteyenler için ‘rantabl’ olarak görülmemiş ve katliam gerçekleştirilmiştir. Suyu kontrol altında tutmak işine sıradan insanları da ortak ederler. Katılımcılık bağlamında bazı insanlar, inanarak ya da inanmadan süslü püslü sözlerle su sorununa katkı verdiklerini düşünürken sermaye ise planlarını ta baştan yapmıştır.
Bizlere katılımcılık sürecinde dünyada milyarlarca insanın açlık ve susuzluk çektiği aktarılır. En çok suyun gıda üretiminde harcandığı veya 1 kilo et için 15 bin litre su kullanıldığı gibi sözlerle yaratılan algı üzerinden kendimizi sorumlu tutmamız beklenir. Kendimizi ne kadar sorumlu hissedersek onların planlarına o kadar entegre oluruz.
Havza planları yapılırken önce o havzanın özelliklerini ortaya koyarlar. Madenler, enerji üretimi, sanayi ve dolayısıyla sular ana başlıklardır. Suyu yönetmeye başladıklarında madene şu kadar, enerjiye şu kadar, sanayiye şu kadar diyerek suyu pay ederler ya da öncelikleri belirlerler. Bu yolla havzayı koruduklarını iddia ederler.
Oysa havza hamuduyla birlikte soyulmaktadır. HES’lerle dere yataklarının nasıl kuruduğunu hemen herkes bilir. O güzelim Karadeniz’in birçok akarsu havzası artık tüm özelliğini yitirmiş ve bildiğimiz eski havza özelliğini kaybetmiştir. Çünkü onlar için öncelik enerji üretimidir.
Havza yönetim planları suyun sermaye arasında ‘hakkaniyet’ ölçüsünde bölüşülmesi için yapılır. Feyzaldıkları AB su çerçeve direktifi de sadece budur. Havzayı planlarken bir de havzayı korumak gibi bir takım hedefler konur. Bu hedeflerin amacı ise havzayı ‘sürdürülebilir’ kılmak olduğu belirtilir. Yani olabildiğince bir zaman diliminde havzadan yararlanmayı hedeflerler.
Su Kanunu çıkarılmalı diyen TEMA bir kanun taslağı hazırlamıştı. Taslaktan bir örnek: “Su kaynaklarının (taslağın girişinde suyun kaynak değil varlık olduğundan söz ederler ancak sonra unutulur!) ekonomik ve ekolojik ihtiyaçlar için en uygun şekilde kullanılması” maddesinde kaynak-varlık ikilemi yeniden ortaya konulmaktadır. Hem ekonomik hem ekolojik, hem varlık hem kaynak! Bir karar vermeleri gerekir ancak onlar kararını çoktan vermişler.
Su bir varlıktır bu nedenle kaynak olarak nitelenemez. Doğal kaynaklar olarak belirlenmiş olan madenler gibi suyu yönetemezsiniz su hayattır, yaşamdır. Altınsız yaşamak mümkün ancak susuz asla mümkün değildir. Altınla suyun eş değer tutulması kapitalizmin bir hesabıdır. AB su çerçeve direktifinde ‘suyu kullanan ve kirleten öder’ maddesi ise suyun hem ticarileşmesini hem de kirletilmesini özgür kılmaktan başkaca bir şey değildir.
İklim değişikliğinin ve buna bağlı kuraklıkların temel nedeni, doğal yapıların sermaye eli ile yok edilip kapitalizmin kirli üretimleriyle bu durumun pekiştirilmesidir. Su havzalarının tamamı koruma bölgesi olmasına karşın bugüne kadar ‘ihtiyaç’ vb. nedenlerle havzalardaki sular; imar, enerji vb. ile sanayi üretimlerine bağlandı ve bu politikalar aralıksız sürdürülmekte. Tüm havzalardaki suların, havzalar arası taşınmasının ve dış ticarete konu edilmesinin önünde yasal anlamda hiçbir engel kalmamış durumda.
Sular özgür akmalı. Suyu yönetmek isteyenlere karşı uyanık olmak zorundayız…