Hatip Dicle, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında gelinen noktayı gazetemize değerlendirdi. Dicle, son dönemde AKP-Ergenekon ittifakının çatırdama sesleri, biraz daha fazla duyulur halde olduğunu söyledi
Hüseyin Kalkan
Suriye merkezli savaş giderek derinleşmeye devam ediyor. Tarafların kayıpları her saat artarken, diplomatik ve siyasi destek arayışları sürüyor. Suriye yönetimi geleneksel müttefiklerine yaslanırken, Türkiye düne kadar eleştirdiği ABD ve NATO’dan destek almaya çalışıyor. Gelişmeler gösteriyor ki Ortadoğu’daki savaş kolay sona ermeyecek, dünyadaki bütün güçlere zaman zaman bölgede karşı karşıya gelmeye devam edecekler. Bütün bu gelişmeleri deneyimli Kürt siyasetçi Hatip Dicle ile konuştuk. Hatip Dicle, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a atıf yaparak, bölgedeki savaşın daha yıllarca sürebileceğini söylüyor. Dicle sorularımızı şöyle yanıtladı:
- Ortadoğu’daki savaş nereye evriliyor?
1990’ların başında iki bloklu dünya sisteminin çöküşü ve reel sosyalizmin tarihe karışması, ABD öncülüğündeki kapitalist modernitenin Ortadoğu’dan başlayarak kriz bölgelerine müdahalesini doğurdu. Otuz yıldır da Ortadoğu merkezli olarak, adına 3. Dünya Savaşı dediğimiz müdahale devam etmektedir.
Bu sürecin, 1. ve 2. Dünya savaşlarından niteliksel birçok farkı bulunmaktadır. Zira en başta nükleer silahlar olmak üzere savaş teknolojisinin ulaştığı düzey, bu sürecin kontrollü, zamana yayılan ve sınırlı olmasını gerektirmektedir. Eğer sistemin hegemon güçleri, bu savaşı belirttiğimiz nitelikte kontrol altında tutamazlarsa; özellikle stratejik nükleer bombaların kullanılması durumunda gezegenimizin ve insanlığın bir bütün olarak yok olacağını öngörmek zor değildir.
Nitekim Sayın Öcalan da 2015 yılında yaptığı bir siyasi analizde, o yıl itibarıyla 25 yıldır süren Ortadoğu merkezli 3. Dünya Savaşı’nın, 25 yıl daha sürebileceğine hatta Ortadoğu’da küçük çaplı taktik nükleer silahların bile kullanılabileceğine önemle dikkat çekmişti.
Bu kapsamda değerlendirildiğinde, Türkiye’nin İdlib’de Suriye ile savaşmasının kontrollü ve sınırlı olacağı görülmektedir. Ortadoğu’ya müdahalenin iki süper gücü olan ABD ve Rusya’nın, bu süreci en azından şimdilik idare edebildiklerini söylemek mümkündür. Nitekim sadece Türkiye-Suriye ordularının İdlib’de çatışması değil; son dönemdeki ABD-İran arasındaki krizin de büyük bir savaşa evrilmeden kontrol altında tutulduğu ve zamana yaydırılarak devam edeceği müşahede edilmektedir.
Sonuçta ABD’nin Rusya ile birlikte İran’ın Ortadoğu’daki ahtapot misali kollarını kesmeden, İsrail’in güvenliğini tam olarak sağlamadan, Ortadoğu’da artık enkaza dönüşen katı ulus-devlet statükosuna son verip, küresel sermayenin bölgeye uzanan hayat damarlarını güvenceye almadan, bu savaşın tıpkı 1. ve 2. Dünya savaşlarının sonunda olduğu gibi, bir uluslararası konferansla sona ermesi beklenmemelidir.
- Türkiye dış politika ve ittifaklar konusunda yeni bir aşamaya mı geldi?
Türk devletinin bu savaş sürecindeki stratejisi iki temel ayak üzerine oturmaktadır.
Bunlardan birincisi, neo-Osmanlıcı ve Turancı bir zihniyetle İttihat ve Terakki Hareketi’nin izinden yürümek, başta Misak-ı Milli olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki topraklarında ilhak veya siyasi nüfuz yoluyla hegemonya kurmaktır.
İkincisi, 1. Dünya Savaşı’nda Kürdistan’ın dörde parçalanması sonucunda oluşan sömürgeci statükonun 21. yüzyılda da devam ettirilmesini sağlamak ve bu amaç doğrultusunda Kürtlerin her dört parçada da bir siyasal statü sahibi olmasını, derin bir düşmanlık temelinde engellemektir. Gerekirse bunun için, 1. Dünya Savaşı’nın ateşi içinde gerçekleştirdiği Ermeni, Süryani ve Rum soykırımlarının bir benzerini, bu süreçte Kürtler üzerinde de uygulamaktır.
Türk devletinin Ortadoğu’da, 3. Dünya Savaşı içindeki dış politikası ve ittifakları, işte bu temel strateji doğrultusunda şekillenmektedir. Bir NATO üyesi ve Batı blokunun parçası olmasına rağmen, başta ABD olmak üzere geleneksel müttefikleriyle sürtüşmelerinin merkezinde de bu stratejilerinin, ortaklarınca kabul edilmemesi yatmaktadır. Nitekim Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmede başta gelen iki hegemon güç ABD ve Rusya arasında, Türk devletinin gel-gitler yaşamasının ana nedeni de budur.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti hâlâ bir NATO üyesidir ve NATO üyesi olarak da kalacağı anlaşılmaktadır. Ancak Rusya ile de siyasi, askeri ve ekonomik alanda giderek güçlenen bir ilişkiyi sürdürmeye dikkat etmektedir. Bu nedenle İdlib’deki son krizin Rusya ile doğrudan bir savaşa yol açma ihtimali çok zayıftır. Hatta öyle ki, Rusya savaş uçaklarının Türk tanklarını vurmasını bile sessizce karşılayıp, deyim yerindeyse dişine uygun gördüğü Suriye Ordusu’na, o da ancak sınırlı ve kontrollü, saldırılar yapabilmektedir. Suriye Ordusu da hiç şüphe yok ki, ‘’Büyük patron’’ Rusya ve İran’ın tam desteğinde, ama kontrollü ve sınırlı olarak askeri harekâtlar düzenlemeye devam etmektedir ve edecektir. Türkiye’nin İdlib’deki bu savaşta HTŞ gibi cihadist terör örgütlerine açık destek vermesini ise uluslararası toplumun belgeleriyle hafızasına kaydettiği şüphesizdir.
- Bu yaşananlar, Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunu nasıl etkileyecektir?
İdlib’de Rusya’nın tam kontrolü vardır. Rusya ise ağırlığı Suriye’den yana olan, ama Türk devletini de idare eden bir strateji izlemektedir. Türkiye’nin zamana yayılan bir kriz süreci içinde, Suriye topraklarındaki işgale er geç son vermek zorunda kalacağı açıktır. Ya savaş ya da anlaşma yoluyla sınırlarına geri çekilmek ve böylece Ortadoğu macerasını büyük bir hezimetle sona erdirmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu yayılmacı rejimin, Suriye’de veya Libya’da kazanması olasılığı, neredeyse sıfıra yakındır. Bu durum ise kaçınılmaz olarak içeride AKP-MHP-Ergenekon ittifakının çökmesini tetikleyecektir.
- Daha önceki söyleşimizde “Devletler savaş çıkabilir’’ değerlendirmesi yapmıştınız. İdlib’deki gelişmeleri, bu öngörünün doğrulanması olarak okuyabilir miyiz?
Türk devletinin İdlib’de Suriye Ordusu ile kontrollü bir savaşa giriştiği görülmektedir. Sahada dizginler tümüyle Rusya’nın elindedir. Ama her savaş gibi, hep sınırlı tutabilmenin garantisi de yoktur. Yangının pekala kontrolden çıkma ihtimali her zaman vardır. Böyle bir durumda, Rusya ve İran’ın tam desteğini alan Suriye karşısında, Türk devletinin kazanma olasılığı bulunmamaktadır. Bu nedenle Erdoğan’ın, Putin’in planlarını kabul etmesi, çok güçlü bir ihtimaldir.
- Erdoğan bu krizle yeniden NATO, ABD ve Batı’nın desteğini alma peşinde. Bu gerçekleşebilir mi ? Rusya bu yeni duruma nasıl karşılık verir?
Erdoğan güttüğü politikalarla NATO, ABD ve AB nezdinde güvenirliğini tamamen kaybetmiş durumdadır. Bu durumda bu güçlerin, “söylem” dışında, İdlib’de Türk devletine somut destek vereceğini sanmıyorum. Bir kere Türkiye’nin Suriye’deki konumu, uluslararası hukuk nezdinde “işgalci” pozisyonudur. Rusya ve İran ise BM tarafından egemen devlet olarak tanınan Suriye’nin resmi davetiyle oradalar… İkincisi; Türkiye’nin NATO’ya çağrısı, 5. maddenin kapsamı dışındadır. Zira Türkiye, Suriye topraklarına NATO kararıyla girmemiştir. Üstelik Suriye’de karşılaştığı saldırılar, T.C.’nin resmi sınırları dışında olduğundan 5. madde veya meşru müdafaa pozisyonu tamamen geçersizdir.
Şüphesiz ki bu durumu da Rusya ve Suriye ustaca değerlendirmektedir. Zaten Türkiye’nin “Suriye bataklığı”na gömüldüğünün esası da bu temelde şekillenmektedir. Sözün özü Tayyip Erdoğan, çırpındıkça batağa daha fazla batmaktadır. Mülteci şantajı gibi yüz kızartıcı pozisyonların temel kaynağı da içine düştüğü bu gerçekliktir. Ayrıca bu maceracı ve hayalperest politikanın, Libya’da da aynı akıbeti yaşayacağı şüphesizdir.
- Yaşanan sürecin iç politikaya olan yansımaları neler olabilir?
Türkiye’de iktidar blokunun kitleler nezdinde uyguladığı dincilik ve milliyetçilik zehriyle uyuşturma politikası, maalesef Türkiye toplumu üzerinde sersemletici bir etki yaratmıştır. Bu gerçekliği kabul etmemiz gerekmektedir. Ancak bu öldürücü tesirin dışındaki, başta Kürt halkı olmak üzere zinde demokratik güçler, birlik içinde örgütlü ve aktif bir muhalefet yapabilirlerse, devrimci kitlesel bir dinamizm için fitili ateşleyebilirler.
Bir diğer gerçek ise faşizmin başarısızlığı derinleştikçe, iktidar bloku içindeki çatırdamaların artacağı ve birbirlerini süreçten sorumlu olmakla suçlayacakları hususudur. Günümüzde bunun belirtileri de ortaya çıkmıştır. Son dönemde AKP-Ergenekon ittifakının çatırdama sesleri, biraz daha fazla duyulur haldedir. Bu nedenle örgütlü ve aktif bir muhalif çıkışın, kazanma potansiyeli artmış durumdadır.
- Bu yaşananlar ışığında, Kürtler için yeni imkanlar ve tehlikeler nelerdir?
Kürtler özgürlük yolunda, daha şimdiden müthiş kazanımlar sağlamış durumdadır. Bu olanaklar iyi değerlendirilip, ulusal birlik ve ortak mücadele konusunda yeni siyasi ve askeri hamleler başarılması durumunda, halklarımızın hakkı olan zafer daha da yakınlaşmış olacaktır.
Ancak iki önemli tehlike ise deyim yerindeyse halen kapımızdadır.
Birincisi; 3. Dünya Savaşı olarak nitelediğimiz bu sürecin, Ortadoğu’da daha yıllarca devam etme potansiyeli vardır. Bu durum Kürtlerin daha uyanık, daha örgütlü, birlik içinde ve başta Ortadoğu halkları olmak üzere dünya demokratik güçleriyle daha sıkı bir ittifak içinde olmasını zorunlu kılmaktadır. İkincisi; Faşizmin, çöküşe doğru gittikçe daha saldırganlaşacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle Kürtler için, güçlü bir özsavunmanın varlığı, her zamankinden daha fazla elzem ve hayatidir.