Ortadoğu zaten bir ateş çemberi içindeyken son olaylarla tam bir ateş topuna dönmüş durumda. Medya; savaş, üs, füze, misilleme gibi kavramları kullanmaksızın manşet atamıyor. Komplo teorileri havada uçuşuyor. Barıştan, anlaşmaktan, sükunetten söz eden yok.
Ortadoğu’da gelinen aşamada ciddi ve kaygı verici durumlar, büyük acılar yaşanıyor.
“Savaşın insanı en çok dehşete düşüren özelliklerinden biri, tüm savaş propagandasının, tüm bu bağırış çığırış, yalanlar ve nefretin mütemadiyen bizzat savaşın içinde bulunmayanlardan gelmesidir.” Der George Orwell.
Oysa her durumda savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunmak insan olmanın gereklerindendir. Karar ve emir, sırça köşklerdeki, saraylardaki yöneticilerden gelir. Ölümler çok önemli değil onlar için Neruda’nın deyişiyle: “Sanki kimse ölmüyordu / Sanki bunlar toprağa düşen taşlardı.”
***
‘Modern’ diye adlandırılan bir dünyanın sahnelerinde insana dair en vahşi oyunlar oynanıyor. Bugün insan, savaşların ve onu yaratan, sosyal, ekonomik ve siyasal nedenlerin tümüyle ortadan kalktığı, savaşsız, topsuz- tüfeksiz bir dünyayı bir barış dünyasını her şeyden fazla özlüyor. Barışı sağlamanın yolunun savaş ve çatışma politikalarından, şiddetin tırmandırılmasından değil, barış ortamının sağlanmasıyla mümkün olacağını tarih bize her seferinde göstermiştir.
Stefan Zweig: Savaşın bir sebebinin de liderlerin kendi liderliklerini ispat etmek ve pekiştirmek, halkın yaşadığı sıkıntılardan kaynaklanan gerilimlerini boşaltmaktan kaynaklandığını söyler.
Nasıl yorumlanırsa yorumlansın sonuçta savaş ölüm ve yıkımdır. Savaş felsefesini yanıtlamaya çalışanlar öncelikle savaşın kendiliğinden bir olgu mu yoksa insanın kendi başına açtığı bir bela mı olduğu üzerinde kafa yormuş ve insanın yaradılışından beri bir dürtü olarak var olan şiddete rağmen savaşın bir içgüdü, bir zorunluluk olmadığını, bizzat insan tarafından oluşturulan bir tercih olduğu görüşüne varılmıştır. İnsan ve onun oluşturduğu siyaset bugün artık konuşma, ikna etme, anlaşma yerine eline silahı almış, diline narayı dolamıştır. Şiddet, sözün bittiği yerde başlarmış. Oysa siyaset açısından söz sonsuz bir rezerve barındırır. Bütün kaynaklar savaşı, “Uluslar veya aynı ülkelerdeki iki teşkilatın (iç savaş) arasında, başka bir yolla elde edemediği şeyi kuvvet zoruyla almak, istediklerini kabul ettirmek ve başkasının isteklerine boyun eğmemek amacıyla girişilen kuvvet denemesi” olarak tanımlar. “Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca milliyetçilikten nefret ediyorum. Savaşı tiksinti verici ve aşağılayıcı buluyorum. Benim anlayışıma göre, savaşta adam öldürmek, sıradan bir cinayetten farklı değildir.” diyor Albert Einstein. İnsanlığın katettiği bunca yoldan ve aşamadan sonra hala savaş illetine bir çare bulamaması, kendi özüne, biriktirdiği onca değerlerine ihanet etmesi anlamını taşır.Oysa günümüze gelinceye kadar insan duyarlığının savaş olgusuna karşı geliştirdiği bilinç küçümsenemez. Baş edemediği siyaset mecrasıdır.
***
Savaş bir atasözüne göre: “Yok ettiğinden daha fazla kötü insan ortaya çıkardığı için berbattır.” Barış, insanlığın geleceğini tehlikeye düşürecek tüm girişimlere karşı olmanın bir tek sözcükte ifade bulmasıdır. İnsan denen varlık düşünebilme yetisine sahipken bu meziyetini savaşa dair kullanma yerine barışçıl bir ortam içinde yaşamak özlemini gerçekleştirmek yolunda kullanmalıdır.
‘Başlangıçta söz vardı’ diyor bütün kitaplar. Ve savaş sözün bittiği yerde başlarmış, söz yok oldu sanki şimdi artık silahlar konuşuyor. Matisse ve Picasso’nun 1952’lerde kaleme aldığı ‘Barış Bildirgesi’ndeki şu cümleler tazeliğini ve gerçekliğini bugün de acil bir ihtiyaç olarak korumaktadır:
“… Bu tek değerli hazineyi yani barışı korumak için uygun düşecek davranış biçimi, tehditler savurmak değil, konuşmak ve anlaşmak olacaktır.”