Ezop masallarında geçen “Tavşanlar ve Fareler” şöyle anlatılır.
“Masaldaki tavşanlar diğer hayvanların zulmüne öylesine maruz kalırlar ki nereye gideceklerini bilemezler. Ne zaman yanlarına bir hayvanın yaklaştığını görseler oradan kaçarlar. Bir gün vahşi bir at sürüsünün çılgınca üstlerine geldiğini gördüklerinde, bütün tavşanlar panik halinde göle atlar; sürekli bir korku halinde yaşamaktansa boğulmaya kararlıdırlar. Ancak gölün kıyısına yaklaştıkları anda tavşanların yaklaşmasından korkan bir kurbağa sürüsü kaçarak suya atlar. “Aslında” der tavşanlardan biri, “işler göründüğü kadar da kötü değilmiş.” Korku içinde yaşamanın yerine ölümü seçmeye gerek yokmuş.
Sosyolog Z.Bauman’a göre bu masalın hissesi dolambaçsızdır: “Her zaman kendisinden daha kötü durumda biri olduğu keşfinden dolayı tavşanın hissettiği tatmin, gündelik eziyetin ümitsizliğine verilen hoş bir moladır.”
Yaşamın her alanında en geriye atılan ve “güvenilir bir vaat, kurtuluş ya da kaçışı, umut bile olmadan” orada tutulan mülteciler; kendini modern dünya olarak mimleyen kalabalığın içinde bir zombi olarak tarif ediliyor. “Acılara kendilerini duyurabilmeleri için bir olanak tanımak, bütün bir hakikat için, ön koşuldur” denir. Mülteci kimdir? Bence acısını dahi anlatamayan kişidir! Yıkım ve gözyaşından ibaret savaş siyasetine şantaj olarak eklenen ve bu sayede insanlıklarından çıkarılan bu evsiz-yurtsuzlar, en ufak acılarını dahi dile getiremezler. Bu yıkımların en derini olsa gerek…
Bauman’dan devam etmek istiyorum, çünkü ölmeden hemen önce tamamlamaya çalıştığı konu mülteciler konusudur. Bu konudaki görüşleri ‘Kapımızdaki Yabancılar’ adı ile yayınlandı. Mültecilerin modern korku ve kaygılarımızın çoğunu nasıl yansıttığını anlatırken “korkuları yüzdürmek” metaforunu kullanan Bauman, savaşların ya da despotizmlerin canavarlığından veya açlık ve beklentisiz bir varoluş yüzünden kaçan mülteciler modern zamanların başlarından bu yana diğer halkların kapılarını çaldığını hatırlatıyor. Bu kapıların ardındaki insanlar için, onlar şimdi olduğu gibi her zaman yabancı. Yabancılar tam da “yaban” –dolayısıyla, günlük olarak etkileşimde olduğumuz ve ne beklediğimizi bildiğimize inandığımız insanlardan farklı olarak– yani korkutucu şekilde öngörülemez oldukları için kaygıya neden olmaya eğilimlidir; çünkü hepimiz biliriz ki kitlesel yabancı akını değer verdiğimiz şeyleri yok edebilir ve bu, avutucu şekilde aşina olduğumuz yaşam şeklimizi sakatlamak ya da yok etmek anlamına gelebilir. Mahallelerimizde, şehrin caddelerinde ya da işyerlerinde birlikte yaşamaya alıştığımız insanları sıradan bir şekilde dost ya da düşman olarak ayırır, hoş karşılar ya da sadece hoş görürüz; hangi kategoriye koyarsak koyalım, onlara nasıl davranacağımızı ve ilişkimizi nasıl idare edeceğimizi iyi biliriz. Oysa, yabancılara dair bilgimiz onların [hesaplı] hareketlerini okuyamayacak ve uygun tepkiyi ortaya koyamayacak kadar azdır; niyetlerinin ne olabileceğini ve bir sonraki adımda ne yapacaklarını tahmin edemeyecek kadar az. Özetle “Ne bizim eserimiz ne de bizim kontrolümüzde olan bir durumun nasıl devam edeceğini ve bununla nasıl baş edeceğimizi bilememek kaygı ve korkunun en büyük nedenidir” diyen Bauman, baş edilemez ölçüde bilinmez, denetlenemez korkular anlamına gelen ‘miksofobi’ kavramına da dikkat çekiyor.
Bauman’ın ‘akışkan modernite’ tezi bugün yaşanan pek çok krizi anlamlandırmada yardımcı olabilir. İnsanlar artık büyük kalabalıklar şeklinde hareket ediyor, kimlik dediğimiz şey parçalanarak tüketici kimlik olarak yoluna devam ediyor, rekabetin arttığı ortamda iş güvencesi de azalıyor… Yani ‘tasarım, durağan, kesinlik, öngörülebilirlik’ nasıl ki katı modernite döneminin amentü temaları ise ‘belirsizlik, değişim, hareket ve öngörülemezlik’ de akışkan dünyanın etiketleri oluyor. Katı moderniteden akışkan moderniteye geçiş, Bauman’a göre, ‘yoğun ve birbiriyle bağlantılı ekonomik, siyasi ve sosyal değişimlerin birleşmesinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda dünyanın kompülsif, obsesif ve bağımlılık yaratacak bir biçimde yeniden şekillendirilmesi olarak tanımladığı sürecin şekillendirdiği küresel bir düzen ortaya çıkmıştır.’
Bauman, katı moderniteden akışkan moderniteye geçişe yol açan beş ayrı ama birbiriyle ilişkili gelişme tanımlarken bunların en başına “ulus devleti” koyması anlamlıdır. Çünkü kendisine göre “ulus devletler artık toplumun temel taşıyıcı yapısı değildir; günümüzde ulusal hükümetler yurtiçinde ve yurtdışındaki olaylar üzerinde çok daha az etkiye sahiptir.”
Başa dönersek, göçmen-mülteci krizi, şüphesiz bir insanlık krizidir ve kesinlikle bugün aldığı halin en önemli sebeplerinden biri ulus devlet gerçekliğidir. Ulus devletin en büyük günahı, toplumun sorunlarına çözüm bulduğunu iddia etmesidir. Oysa bugün artık netleşen şey, neredeyse tüm sorunların kaynağına dönüştüğüdür. Ulus devletin hegomonik yapıları tekrar tekrar konuşulmalı, tartışılmalı bu süreçte. Güncelde yaşanan, aynı zamanda bir ulus devlet krizidir. Dün tahayyül ettikleri hiçbir şeyi yapmadı ulus devletler, güvenlik ve terör girdabında kapitalizmi ayakta tutmaya çalışmaktan başka. Bu mefhuma inanan herkes yüzüstü kaldı bugün. Ulus devlette dayanışma yoktur. Karşılıklı dışlama ve çıkarı gereği yer yer yanaşma var sadece. Her şeyi geçtim, ulus devlette kamu yararı yoktur. Asla da olamaz…