Geçen haftaki yazımızda Almanya’da gerçekleşen faşist katliama değinmiş, ırkçılık ve milliyetçiliğin egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri üzerine kurulu egemenlik araçları olduklarını belirmiştik. Ki bu tespit, istisnasız tüm kapitalist ülkeler için geçerlidir. Bu yazımızda ise, Hamburg Seçimleri sonrasında ivme kazanan iktidar oyunları ve bu bağlamda ırkçılığın körüklenmesinin arka planını açmaya çalışacağız.
Almanya’daki siyasi atmosfer, genel anlamda çoklu kriz ortamının unsuru olarak bir temsilîyet krizine işaret etmekle birlikte, CDU parti başkanlığı ve Şansölye adaylığı yarışı çerçevesinde iktidar arayışında yeni “renk” bileşimlerinin ortaya çıktığını gösteriyor. Sosyal demokrasinin sefaletine ve reformist solun basiretsizliğine bakarak, SPD ve Sol Parti’nin bu renkler arasında olmayacağı söylenebilir. Görüldüğü kadarıyla sermaye fraksiyonları arasında “siyah-yeşil” tandans ağırlık kazanıyor. “Siyah-yeşil” programatiğin nasıl biçimleneceği ise, kimin CDU başkanı olacağına bağlı.
CDU’daki krizin temel nedeni, neoliberal uygulamaların yol açtığı toplumsal direncin artmasının yanı sıra, burjuva toplumunda belirginleşen merkez kaç kuvvetleridir. Sağdan ırkçı-faşist AfD’nin baskısı altına giren muhafazakârlar, aynı zamanda da kendi oy tabanlarındaki ekolojik kaygıların artması sayesinde güç kazanan Yeşiller’in baskısı altındalar. Doğal müttefikleri liberal FDP’nin toplumsal desteğini kaybetmesi ve SPD’nin durumu, nihâyetinde opsiyonları azaltıyor.
O açıdan ufukta bir CDU/CSU-Yeşiller Koalisyonu’nun göründüğünü söyleyebiliriz. Ancak bunun için CDU’nun krizden çıkması lazım. Halihazırda adaylık yarışı uluslararası sermaye tekeli BlackRock’da kariyer yapan ve AfD’ye göz kırpan Friedrich Merz ve Kuzeyren-Vesfalya Başbakanı Armin Laschet arasında geçecek gibi. Merz agresif neoliberal ve yayılmacı bir söylem ile sermaye çevrelerinin beğenisini topluyor. Ancak tam da bu söylemleriyle hem CDU içindeki ayrışmaları derinleştirebilir, hem de partinin dayanağı olan orta katmanlardan Yeşiller’e kayanların sayısını artırabilir. Laschet ise gerek eyalet örgütünün gücü, gerekse de sağ kanat temsilcisi Sağlık Bakanı Jens Spahn’ı ekibine alması sayesinde avantajlı görünüyor. Merz’in aksine bütünleştirici bir dil kullanan Laschet kanımızca daha şanslı gibi.
Ancak iktidar oyunları kimin lehine sonuçlanırsa sonuçlansın, ırkçılığın sistematik bir biçimde egemenlik aracı olarak kullanılması gerçeği değişmeyecek. Alman emperyalizminin dünya çapında öncü rol oynama isteği ve saldırgan militarizmi, İslam karşıtı propagandayı ve kurumsal ayrımcılığı gerekli kılıyor çünkü.
Bununla birlikte, özellikle ihracat sektöründeki sermaye çevreleri uzun zamandır, “küresel iktisadi rekabet için değeri olmayan göçmenlerden kurtulma” tartışmalarını sürdürüyorlar. Bertelsmann gibi güçlü medya imparatorlukları sürekli olarak Türkiye ve Kuzey Afrika’dan getirilen “kalifiyesiz iş gücünün, Almanya’nın iktisadi çıkarlarına yararlı olmadığı” ve “sosyal giderlerde tasarruf yapabilmek için” ülkelerine geri gönderilmeleri gerektiği konusunu işliyorlar. Önde gelen sermaye kurum ve enstitüleri de eski Merkez Bankası yöneticisi Thilo Sarrazin’in kitabıyla popülerleşen bu görüşleri, bilimsel(!) verilerle destekliyorlar.
Görüldüğü gibi, bir zamanlar yedek iş gücü rezervini büyütmek, sınıf dayanışmasını bölmek ve ücretler üzerinde baskı uygulamak amacıyla izin verilen kalifiyesiz iş gücü göçü, bugün sermaye çıkarlarına yaramadığından, tersine çevrilmek isteniyor. Bu nedenle ırkçılık körüklenmekte, ırkçı-faşist hareketler palazlandırılmaktadır. Yayılmacı politikalara destek veren Yeşiller’in iktidar ortağı olmasıyla değişen sadece iktidarın rengi olacaktır.