Büyüdüğüm küçücük kasabanın orman yolunda karşılaşırdım Marika’yla. Ben ne zaman ormana çıksam mutlaka onu yürürken görürdüm, ne zaman karşılaşsam hep sessiz bir tebessümle selamlardık birbirimizi. Sanki başka bir işi yoktu, hep yürürdü ormanda. Gerçek hayattan ziyade bir rüya gibiydi o karşılaşma anlarımız. Son karşılaştığım gün bir öğleden sonraydı, efkarımın doruğa çıktığı bir andı ve ben her zamanki gibi tesellimi orman yürüyüşlerinde arıyordum. Ne zaman daralsa ruhum, sıkıntıya girse başım, uykum kaçsa, okul istediğim gibi gitmese, yabancılık duygusuna kapılsam ve kimsesiz olduğumu hissetsem hep o orman yolunda bulurdum kendimi ama neredeyse hiçbir zaman tek başıma kalmadım, hep karşılaştım Marika’yla.
Benim için sıkıntılarla baş etmenin tek yolu o ormanın içinde uzanıp giden yollardı. Peki Marika’yı oraya sürükleyen neydi? Neden hep denk gelirdik? Ne diye bir gün durup birbirimizi sormadık? Nedenle başlayan hiçbir şeyi neden sormadık birbirimize diye düşünmemiştim o zamanlar. Sanki hayat hep böyle devam edecekti ve biz bir şeklide konuşacaktık. Ne zamanki Marika gelmemeye başladı ve kasabayı terk ettiğini söylediler, işte o zaman başladım soru sormaya, akıl etmediğim bütün soruları sormayı o zaman öğrendim. Onun gidişi bana soru sormayı öğretti ama cevap almam nafileydi. Beni anlayan, taşıyabilen, kendimle konuşmamı sağlayan, ruhumu ferahlatan o koca orman ve Marika oldu. Böylelikle öğrendim, kendimle konuşmayı, soru sormayı ve hatta sorduğum sorulara cevaplar bulmayı. Kendisiyle hiç konuşamadım ama Marika benim kendimle konuşmama kapı araladı, o kapının pervazları her yürüyüşte biraz daha açıldı ve bir daha hiç kapanmadı.
Evden çıkar çıkmaz üzerimdeki efkar beni hangi yola götüreceğini önceden biliyormuş gibi yollara sürükledi. Ona göre yol beni çağırdı ve ben hiç düşünmeden oraya doğru yöneldim. Her an Marika karşıma çıkar diye yürürdüm. Eski zamanlara ait bir anılar iziydi o patikalar, sadece Marika’nın ayak izlerini hatırlatan yollar. Çocukluğumuzun ayak izleri silinmişti oysa, ancak gençliğin utangaçlığına ait anıların gözleri halen duruydu. Hatıraların o duruluğunda karşılaşırız diye hep dilek tuttum ama anılar selinde derinleşen hüzünle baş başa kaldım. Havada hafif şiddette rüzgâr, gökte ağlak bir hal vardı ne zaman çıksam. Hüzünlüydü orman alışık olmadığım kadar. Marika’ya doğru koşmak, ona yetişmek telaşıyla hızlı yürüyordum.
Sayısızca yürüdüğüm yol, tek tek tanıdığım ağaçlar bana yabancı edasıyla bakıyordu, tekinsiz bir rüyanın akışkanlığıyla irkiliyordum. Kalbin hamağında sendeleyip duruyordu umut. Yürüyordum zamanın son nefes durağına doğru. Gaipten gelen sesler gibiydi her şey, seslerin içinden bir ses erişilemeyen sırların diyarına çağırıyordu beni. Marika’yla karşılaşma heyecanı sarıyordu bedenimi. Arzumun gerçekleşeceğinin hafifliğiyle kanatlanıp uçuyordum Kara Ormanlar üzerinde. Tuna Nehri bir patikaydı artık içimdeki kelebeğin gözlerinde. Alp Dağları’na kardeş Kara Orman’ların tılsımındaki hayat bir hülyaydı uykunun gözleri arasında. Bak buldum seni sözcüğü dudaklarımın ucundaydı her daim. Hep görüp konuşmadığımız yerdeyiz demek üzereydim. Dudaklarına asılı kalan tebessümün yerine ben geldim diyecektim karşılaşsaydım eğer. Onun dünyaya küs gözlerinin hüznünde gördüm, koşmaya hazır bir maraldı ormanların duldasında. Hadi gel benimle diyecektim ama o uzaklara doğru yürümekte kararlıydı. Daha gür ve büyük ormanların hikâyelerine kulaç atmıştı. Yıllar sonra, her zaman karşılaştığımız o yaşlı ormanın yüreğine bir kez daha sığınmak için gittim, onu görmek umuduyla. Karşılaşmalarımızın tesadüf durağına yürümeye başladım, Elze deresine doğru yaklaşırken her şey daha da canlandı. O küçücük köprüden geçtim çocukluğumuzdaki sırat köprüsünün meali olan Schmale Brücke’de. Her zamankinden daha tedirgindim, yabancılaştığım o kasabada. Aklım yine anıların istilasındaydı. Birden omuzlarıma bir el uzandı, karşımda Tina duruyordu. Gençlik merkezindeki Tina. Bizim anarşist gruptaki cesur kadın. Meydandaki cafede yad ettik seni.
“Ben kaldım ama o gitti” dedi ve senin asi ruhunun hikâyesini bir deniz açıklığıyla anlattı. Yıllar sonra hikâyenin tamamını ondan dinledim. Sonra seninle karşılaştığımız o orman yoluna gittim. Büyük kalenin duvarlarına çıktım, bir kuş hafifliğiyle. Uzun uzadıya baktım karşı dağlara… Yüzlerce kere oyunlara karıştığım ve her tarafını bildiğim kalenin duvarlarına adını yazmak için en uygun taşı buldum, büyük harflerle MARİKA yazdım. Taşla taşa kazdım yarıkları, isim ayetlerimiz bulunsun diye. Sen görmesen de bir sonraki kuşaklar görecek birbirinden uzak iki ayrı dünyada gömülü anılarımızın kardeşliğini. Sen Nikaragua’da ben Kürdistan’da, birkaç meridyen ötede olacağız hep. Ama değecek birbirine gözlerimizdeki umut ve yüzümüzdeki tebessüm. Ormanın içinde bir sır sessizliğiyle duran o kalede kalacak isimlerimiz. Yaşlı şövalyelerin inzivaya çekildiği o kale kadar küllendi ruhum anıların ateşinde. Orada kucakladım kendi küllerimi. Sadece ben kucakladım onu, sadece ben sardım orada kalan onca anıların acısını. Uyandığımda başım omzumdaydı arı masumiyetin ve karaydı Kara Orman’lardaki gençliğimizin bütün patikaları. Yıllar sonra öğrendim Marika, Nikaragua’ya, devrime gittiğini ve yüzüne dağılan yağmur ormanlarının çiçekleriyle (Sacuanjoche) uyuduğunu Marika.