Ne zaman bir dost sohbetine başlasam, bir kaleme sarılsam acının rengine boyanıyor sözcükler. Hep aynı makam. Yani kolay olmuyor anamızın ak sütü gibi helal ve bizden olan bir türküye başlar gibi söze başlamak… Kimi zaman anlatılamaz, dağarcığınızdaki tüm sözcükleri seferber etseniz bile tanımlanamaz bazı şeyler. Tüm tarifler eksik kalır. Hiçbir yanıt kanıt olamaz. Sözcükler kurdukları cümleden hoşnut değildir. Tüm imla bilgileri gereksiz ve geçersizdir. Çünkü cümle öznesinin yüklemle kavgası vardır. Çünkü hüzünle hemhal düşleri vardır. Sistemin çarkına, hayatın tüm genel geçer sahteliğine karşı. Sahici bir ses yükselir. O zaman ayaklanır sözcükler. ‘Kuşların çağrısı’dır bu. Yanıtsız kalınmaz elbet. Şimdi gidin sonra gelin diyemezsiniz, bu çağrıya icabet edilecektir. Bu sayede belki düşlere- hayallere yenileri eklenecektir. Ve ol sebepten farklı değildir, bir dağ başında iki koyun, iki keçili yalın bir hayat kurgusu, bir huzur imgelemi.
Böyle bir yalınlık, bu lanet sisteme, özneyi nesneye çeviren yabancılaşma sürecine bir başkaldırıdır ve elbet orda öz benliği koruma istemi ve özlemi vardır. Yorumsuz bir düş gibi… Tüm dağ-bayır, çayır-çimen senindir artık. Şu tepeyi aşınca bir çeşme olmalı dersin, orda mola verilebilir. Birkaç yudum su anlamı daha da berraklaştırır. Kendi karanlığından aydınlanır, kendi sesinde yankılanır tüm düşler. Hüzün varlığını sürdürse de illet pes etmiş, sayrılık yenilmiştir. Çünkü düşleri vardır. Düşler de umut gibidir, sağaltır tüm yâreleri.
***
Bu bir öykü, bir senaryo, bir kurgu değil hayatın bizzat kendisidir. Her dem hazır ister bizi… Coşku ister, kabarıp taşmak ister. Kimi kavramları yeniden anlamlandırmak gerek. Bir çiçeği sular gibi. Bir yağmurun sesine ayarlanmış adımlar gibi. Şiir gibi, şarkılar gibi… Başka bir makamdadır artık kuşların çağrısı, başka bir varoluş ayini. Ata yadigarı bir kilimde yaralar zaman zaman yeniden kanasa da hayaller korur bizi… Bu akordu bozuk yaşamda kedersiz, hüzünsüz yapamaz insan. İnsana dair her öyküde yaşanmış acılardan birçok yara izi vardır. Yaralar sevilmelidir.
Ne diyordu Clarissa P. Estes: “Derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. Daha derin bir hayatı, eksiksiz bir hayatı, makul bir hayatı özlüyorsanız, o da bir kapıdır.”
Bu yüzden olsa gerek her akşam güneş batınca bir ay usulca süzülür gelir Karacadağ’ın eteklerinden. Hüznün eşref saatidir artık, bir koçer çadırında ay size konuk gelmiştir. Demektir ki artık her kapı bir düşe açılacak, her düş bir umuda aşılanacaktır. Her düş kendine bir sağaltım aslında. Keşke’ler geride kalacak, belki’ler kenara çekilecek, düşler yeni bir yolculuk başlatacaktır.
İşte tam da orda her sözcük kendi dar anlamını aşan bir yoğunluk kuşanacak, yolda yoldaş olacaktır.
***
Aslında biraz kulak kesilsek her dem fısıldıyor bize: Rüzgarını yitirme, şarkını söyle. Düşlerin var, umudunu yitirme diyor hayat. Düşler isyan bayrağı çekmeden yürek ve beynin çatışması engellenemez. Özneyle yüklemin kavgası bitmez. Düşgücü, düşünceyi de ayakta tutar. Çünkü hayal kurmanın odağında kişiye sunulanın ötesinde bir sorgulama alışkanlığı, kalıpları ve şablonları parçalama istemi vardır. Robert Lynd, hayal etme yetisini küçümsemeyi; görmek mucizesini reddeden bir âmâ’nın durumuna benzetir ve ekler: “Gözlerimizi açan ve hislerimizi etrafımızdan, gerçek şeylerden haberdar eden hep bu imgelemdir. Onun olmadığı yerde fenalık, bencillik vardır. Onun eksikliğinden doğabilecek sonuçların en iyi örneğini ulusun ulusa, sınıfın sınıfa, kişinin kişiye yaptığı vahşice muameleler bize gösteriyor.”
***
Dışarıda yağmur yağıyordu. Gecenin şakakları zonkladı durdu. Bu yazı da kendini böyle yazdırdı.
Gecenin teninde tan ağarırken kırmızı bir gül ten’in yaralarına bastı mührünü, umut ve düş de birlikte imzaladılar. Fonda ‘Kuşların çağrısı’ vardı.