Bir arkadaşım bugün ‘Eh, artık senin yazıların tedbirli, ağır yazılar olur’ mealinde biraz da endişeli bir uyarı yaptı ya, bir an durup ‘hakikaten öyle mi olur’ diye düşündüm gerçekten. Bilmiyorum, olmaz herhalde, huylu huyundan vazgeçmez çünkü. Yine de şimdi, bir defalığına biraz öyle olacak sanırım. Biraz daha resmi, biraz daha içeriden ve biraz daha kısa…
Gittik geldik işte Ankara’ya. İlk kez bir kongreye gazeteci olarak ‘dışarıdan’ değil de, biraz daha ‘içeriden’ bakabildim, başka türlü bir deneyim oldu benim için. Oraya toplanan binlerce insanın beklentilerini daha başka bir gözle anlamaya çalıştım, gazeteye yazmak için değil de, gerçekten bu beklentilere nasıl karşılık olunabilir onu anlamak için.
Bir şey çok kesin. Hiç uzatmadan söylenebilir: Vatandaşta sorun yok! Kışın ortasında, eziyete katlanıp, hatta eziyeti halayla etkisiz hale getirerek memleketin dört bir yanından geldi bu insanlar ama gelmenin de ötesinde bir şey yaptılar. Varlıklarını ortaya koydular, var olduklarını ve var olmaya devam edeceklerini ortaya koydular, partinin esas sahipleri olduklarını açıkça deklare ettiler. Ve en önemlisi müthiş neşeliydiler. ‘Memleket kan ağlarken…’ diye başlayan klişelerle anlayabileceğimiz bir şey değil bu neşeli olma hali, çoğunun da içinin kan ağladığını biliyoruz ama işte zaten o yüzden değerli bir şey yaptılar. Muazzam bir enerjiyle geldiler ve sanırım şöyle demek istediler: Bizde sorun yok, varsa sizde vardır!
Şimdi bu enerjiyi ve bu mesajı anlama, değerlendirme zamanı sanırım.
Şimdi, ayna zamanı… Düz ayna ama… Ne iç bükey, ne dış bükey. Bildiğin, dümdüz ne görüyorsa onu yansıtan aynaların zamanı. O aynaya bakıp, bize gösterileni anlama zamanı. Belki de İrfan’ın (Aktan) dediği doğrudur; belki de gerçekten vatandaş bizi itekleyip dik bir yokuşu aşmamız için yardımcı olmak istiyordur. Hani öyledir ya, marş basmayınca yapılır, herkes el atar, itersin arabayı ve bir yerden sonra işler yoluna girer.
Bunun için hem aynaya, hem de belki aynanın dışındakilere bakmak gerekecek. Bu içerisi-dışarısı meselesi karışık bir meseledir zaten. Dıştan bakarak konuşmanın bir kusur olduğu düşünülür hep ama bazen fazla içeriden bakmak da aynı ölçüde sübjektivizmi besleyebilir. Neticede çoğumuz, günlük hayatımızda, az çok kendimize benzeyen insanlar arasında yaşarız, algılarımız da kendi faaliyet alanımız içinden şekillenir. Sonuçta, ‘kimse yoğurdum ekşi demez’ deyimi de boşu boşuna icat edilmemiştir herhalde; diyalektikte de öyledir zaten, ancak dışsal bir bakış içeriden görünmeyenleri anlayabilir. İnsanlar da, kurumlar da kendi kendilerine karşı yeterince objektif olamayabilirler çünkü. Ve öte yandan, “öyle dışarıdan konuşması kolay…” diye başlayan cümleler de bazen içerideki sıkıntıyı görmeyi engeller, hatta üstünü örtebilir. Seçim öncelerinde izlenimler yazmak için defalarca hiç tanımadığım yerlere gittim ve o zaman da fark ettim. Bazen bir kente yabancı gözle baktığınızda, köşeleri berileri dolanıp gözlerinizi iyice açtığınızda, parti çalışması içinde koşuşturan insanların iyimserliğine ya da kötümserliğine katılmayabiliyorsunuz mesela. Bazen haklı çıkıyorsunuz bazen de haksız; ama her durumda dışsal göz başka bir pencere açabiliyor.
‘Alis Harikalar Diyarında’ kitabının bir yerinde Alis, büyüyüp büyümediğini anlamak için elini başına koyar. Komiktir, çok saçmadır ama öğreticidir, elinizi kendi başınıza koyarak büyüyüp büyümediğinizi nasıl anlayabilirsiniz ki? Şu meşhur ve komik Tokat türküsünü hatırlatır insana: “Ben sana varacağım / söyle namuslu musun?” Geçtim türkünün erilliğini filan, mantığı açısından da saçma değil mi Allah aşkına?
Lafı uzatıp dolandırmaya gerek yok daha fazla. Neticede, insanlar geldiler, dediler ki biz buradayız, burası esas olarak sizin değil bizim partimiz. Bakın, biz gelip evimize sahip çıkıyoruz, çıkmaya da devam edeceğiz. Sizin işiniz de şudur şudur şudur. Yapın, birlikte yapalım, önümüz açılsın, yokuşları aşalım, memleketi bu çukurun dibinden çıkaralım.
Bu sesi duymak ama onunla yetinmeyip dışımızdaki sesleri de duymak gerekiyor. Sert de olsa, acı da olsa… Her şey bu kadar yalın aslında…