Engels tarafından 1845 yılında İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabı kaleme alındı. Engels, kötü yaşam koşullarının insanları ölüme itmesini açıklamak için sosyal cinayet tanımlamasını kullanmayı tercih etti. İnsanlar temel ihtiyaç maddelerini karşılayamaz hale gelip hayatta kalamayacakları yaşam koşulları ile baş başa kalmaları sonucunda erken ve doğal olmayan yollardan hayatlarını kaybediyorlardı. Cinayet, ölümcül olduğu bilinen bir darbenin bilerek veya bilmeyerek başka bir insana uygulanarak onun hayatına son verilmesidir. Milyonlarca insanı, hayatta kalamayacağını koşulla bilerek ve isteyerek iteklemek de cinayettir. Ölüm nedeninin bıçak veya kurşun, hastalık ya da fakirlik olması bu eylemin cinayet olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Engels tarafından yazılan ve 1845’te İngiliz işçi sınıfının durumunu anlatan eserden 175 yıl sonra ülkede işçilerin ve yoksulların benzer şekillerde ölmesi, ölüme iteklenmesi, içerisinde bulunulan acınası durumu anlatmaya yeterlidir. İşçiler, işsizlik tehdidi altında çalıştıkları işlerde işçi cinayetlerine kurban gidiyorlar. Çalışırken aldıkları düşük ücret kendilerinin ve yakınlarının yaşamını sürdürmesine, karnını doyurmasına, ısınmasına, hatta giyinmesini yetmediği için intiharı seçiyorlar. Ya da uzun işsizlik sonucu hayatlarına son veriyorlar. Çağ atlandığı ileri sürülen ülkede işçiler ve yoksul halklar 1845 İngiltere’sini yaşıyorlar. Ölüyorlar.
Ölümlerin artarak süreğen hale gelmesi ister istemez meseleyi toplumsal bir mesele haline getirirken toplumsal muhalefetin de gündemi haline getiriyor. Genel olarak ilk tepki, işçilerin yoksulluktan veya işsizlikten ölmesinin sorumluluğunun patronlara ve hükümete yıkılması oluyor. Doğru ve haklı bir tespit olan bu duruş, bu teşhirle yetindiği andan itibaren sorunlu hale geliyor. Tıpkı işçi cinayetlerinde olduğu gibi insanların bilerek ölümüne çalıştırılması nasıl faili belli bir cinayetse, insanların yoksulluk, açlık ve işsizlik baskısı altında ölüme iteklenmesi de bir cinayettir. Elbette bu cinayetin sorumlusu toplumun büyük çoğunluğunu açlığa sevk eden patronlar ve hükümetleridir. Sermaye, sürdürülebilir bir işsizlik ve yoksulluktan yanadır. İktidarın yağma ve talan politikaları, sıradanlaşan hoyratlığı ile birleşince ekonomik krizin içerisinde çıkışsızlığa sürüklenen insanların ölüm haberleri gelmeye başlar. İktidarın ve sermayenin suç ortaklığını, işçi sınıfı ve yoksul halklara karşı düşmanlığını teşhir etmek bu yüzden önemlidir. Halk kitleleri, kendi katillerini tanımalıdır. Tespitteki sorun da burada başlıyor. Zira analiz onu değiştirmek için yapılır. Değiştirme ise bir dizi taktik adımı ve stratejik yönelimi gerektirir.
Fakat sosyalist hareketler uzun bir süredir değiştirmeye yönelik herhangi bir açılım yapmadan hamasi sloganlar veya kuru analizler yapmakla yetiniyor. Teşhir, eylemin kendisi haline geliyor. Pis gerçeği yaratan güç karşısında halk kitlelerinin hiçbir şey yapmayacağı inancı veya duygusuyla, teşhir etmekle, taşını atıp, lafını dokundurup geçmeye dayalı bir söz söylemekle yetiniliyor. Bu bakış, halk kitlelerinin korkuları ve geri bilinci üzerinden tariflenen derin bir güvensizliğe yaslanıyor. Kitlelere karşı güvensizlik tersten kendi gücüne karşı bir güvensizlikten besleniyor. İşçi sınıfı ve yoksul halklardan kopukluk, meselelerin yaşam koşulları üzerinden değil yaşam tarzları üzerinden izahını getiriyor. Yaşanılanın sorumluluğu halka yıkılıyor ve işin içerisinden büyük ahlaki ya da arkası boş keskin politik söylemlere sığınılarak sıyrılınıyor. Somut durumu anlama ve bu anlama çabasının ışığında siyasal eyleme geçmenin yerini, ahlaki duruş sergilemek alıyor. Siyaset, bu bağlamda, sadece doğru bir duruş sergilemeye, hep doğru yerde duruyor olmaya sıkışıyor. Ahlak, siyasetin yerini alıyor. Böyle bakıldığında intiharlar karşısında iktidarın vicdanına seslenmekle “intihar etme, isyan et” demek arasında bir fark kalmıyor. Her iki söylem de intiharları durdurmuyor.
Milyonların işsiz kaldığı, kötü ve ölümcül koşullarda çalıştığı, yoksulluğun bizzat iktidar politikaları ile derinleştirildiği ve gelir uçurumunun korkunç hale geldiği bir toplumsal formasyonda insanlar direniş yerine ölümü seçiyorsa buradaki temel sorumluluk sosyalistlerindir. Sermayeyi ve iktidarını, insanları intihara sürüklemekle suçlamak gerçekliği görmezden gelmek demektir. Onlar işini yapıyor. İşini yapmayan sosyalist muhalefettir.
İnsanların intiharı seçmesinde iki temel olgu öne çıkar. Birincisi yalnız kalmalarıdır. Bu yalnızlık ruhsal bir yalnızlık değil toplumsal bir yalnızlıktır. Dayanışma ağları işlememekte, insanların hayatlarını bu ağlara dayanarak kısmi de olsa sürdürme olanakları görünmemektedir. Sorumluluk, bu ağları öremeyen toplumsal muhalefete aittir. İkincisi ise yaşadıkları sefaleti değiştirebileceklerine dair herhangi bir emare görünmemesidir. İktidarı ve sermayenin azgın saldırısını en azından frenleyecek bir güç ve söylemin yokluğu politiktir ve sorumluluğu sosyalistlere aittir. Sosyalistlerin verili politik ve hegemonik imkânları ile böylesi bir gücü tek başlarına ortaya koyma potansiyelleri ise görünmemektedir. İnsanların intiharı sadece bir kaçış değil bireysel bir karşı koyuş anlamına da gelir. Toplumsal öfkenin böylesi büyüdüğü bir dönemde sosyalistlerin erimesi, tartışılması gereken temel meseledir. Artan yoksulluk ancak kişilere değen politik bir önderlik mevcutsa isyana dönüşür, aksi takdirde intihar kaçınılmazlaşır. Boş laflar ve keskin sloganlar intiharları önlemediği gibi kimseyi temize çıkarmaz.