Savaş Dede*
11 Eylül saldırıları global dönüşümün en önemli momentlerinden biri oldu. Saldırı sonunda ABD’nin o dönem tek kutuplu dünyanın başat gücü olma avantajını da kullanarak uluslararası hukuka müdahalesi, bu düzende yarattığı aşınma geri döndürülemez bir sürecin başlangıcı oldu.
Bush Doktrini
Bush Doktrini hatırlanırsa, ABD’nin önleyici meşru müdafaa, terörizm tanımı ve Amerikan istisnacılığı bahsedilen değişikliğin temel iddiaları oldu. Buradaki ilk sorun en azından ABD’nin Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin dışında veya üstünde hareket etmek istediği gerçeğidir. Zira BM düzeni, temel olarak 1945 sonrasındaki sınırların çok az istisna dışında mutlak olarak korunması ve tüm devletlerin birbirinin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı duyması anlamına gelir. BM Güvenlik Konseyi’nin gerekli görüp alacağı önlemler ve meşru müdafaa hakkı dışında saldırı ve saldırı tehdidi yasaklanmıştır.
Önleyici saldırı
Bir devletin ani şekilde maruz kaldığı saldırıyı ancak bu hakkı kullanarak bertaraf etmesi durumunda meşru müdafaa söz konusu olabilmektedir. Başka deyişle ortada gerçek bir saldırı veya yakın saldırı tehdidi olmalı ve tehdidin ancak meşru müdafaa ile savuşturulabilecek kadar ciddi olması gerekmektedir. Oysa ABD, bu çerçeveden çıkarak “önleyici meşru müdafaa hakkı”nı öne sürmüştü. Bunun soyut anlamı bir devletin veya siyasi gücün kendini tehdit altında hissettiği ya da tehdidi güvenlikleştirdiği bir durumda başka devletin “egemenlik hakkı”nı gücü ölçüsünde ihlal edebileceğidir. Bugün Türkiye’nin rahatlıkla Rojava bölgesine girmesinin nedenlerinden biri de bu durumdur.
Güçlünün hukuku
İkinci olarak doktrin, terörizmle mücadeleyi açıkça gayrihukuki müdahalelerin meşruiyet aracı olarak sundu ve gerek kavramın yüklendiği anlam gerek dönemin uluslararası koşulları ve gerekse destek veren çoğu devletin de bu tarz bir meşruiyet aracına ihtiyaç duyması nedeniyle buna itiraz edilmedi ve bu gayri- hukuki anlayış kabul gördü. AKP hükümetinin bugün kendisine karşı en temel demokratik talepleri dile getiren yüzlerce kurumu ve milyonlarca insanı rahatlıkla terörist veya terör destekçisi olarak etiketlemesinin meşruiyet temellerinden biri de bu yeni durumdur.
Amerikan istisnacığı ise güçlüler dengesi üzerine kurulmuş BM hukuk düzeninden saparak “güçlünün hukuku”nun egemen olduğu bir anlayışı dile getirmektedir. Hukuk ve güç arasındaki ilişki ve BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin ne kadar eşit olduğu bir yana bırakılırsa burada asıl olarak bir zihniyet değişimine odaklanmak gerekmektedir. ABD’nin global bir güç olarak hukuku kendi tekeline alması ve üstelik bunu “istisnai durumlar” için dile getirmesi Carl Schmitt’in hukuk düşüncesini akla getirmektedir ve gerek küresel gerekse bölgesel gerekse kendi iç işlerinde belli bir güce kavuşmuş faşizan yapıların hukuku ihtiyaçları çerçevesinde değerlendirebilecekleri anlamına gelmektedir. AKP’nin milli irade olarak sunduğu da asıl olarak demokratik güç değil elindeki bu iktidar gücünün istisnadan faydalanarak hukuku belirleyebilme ve istediği şekilde uygulayıp uygulamama lüksüdür.
Fakat hukuk, salt yasaya indirgenmiş haliyle bile bir süre sonra “kamu”ya mal olur ve kavramın meşruiyet gücü sayesinde kendi yaratıcısına bile rahatlıkla yöneltilebilecek bir silah haline gelir. Suriye’de bugün, ABD ve Türkiye böyle bir tehditle karşı karşıya bulunmaktadırlar.
Sosyal medya
2000’lerle birlikte değişen global sisteme karşın halk tabanında da önemli hareketlenmeler oldu. Özellikle sosyal medyanın da gelişmesi ve ardı arkası kesilmeyen ekonomik krizlerle sol hareketler tekrar yükselişe geçmeye başladı fakat aynı zamanda popülizm de hızla arttı. Bu durum AKP’nin iç ve dış politikayı senkronize bir şekilde yürütebilmesini çok kolaylaştırdı.
Cetvelle çizilmiş sınırlar
2010’lu yıllara geldiğimizde “Arap Baharı” adı verilen halk ayaklanmaları özellikle Ortadoğu coğrafyasında modern ulus-devletin krizini iyice su yüzüne çıkardı. “Sınırları cetvelle çizilmiş” bu devletlerde ortaya çıkan başkaldırıların temel sebebi adaletsizliğin ve ekonomik krizlerin yanı sıra ulus-devletin yarattığı yapay yurttaşlık ilişkisiydi. Sınırların cetvelle çizilmesi nicel olgu olmaktan çok niteldir; sosyo-kültürel coğrafya dikkate alınmadan sınırların belli güçler tarafından politik olarak çizilmesi anlamına gelmektedir ve aslında her ulus-devlet sınırı “cetvelle çizildiği için” kriz de kaçınılmazdır.
Cetvelle çizilen sınırları salt geometrik bir terim olarak algılamıyorsak bu sınırların başında Türk ulus-devlet sınırları gelmektedir. Bugün kendi içinde bile misak-ı milli sınırlarının Halep-Kerkük hattına taşınmasını, Kıbrıs’ın ilhak edilmesini tartışabilen bir devletin kuruluş yıllarında yaptığı çoğu antlaşmada asıl olarak hedef aldığı Kürt nüfusun bu süreçte işgali altında oldukları devletleri zorlamaması düşünülemezdi. İşte 15 Şubat 1999 günü Türkiye neden kendisine teslim edildiğini bilmese de ABD’nin Abdullah Öcalan’ı teslim etmesinin temel sebebi budur.
Kontrol etme politikası
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik bu yönlü politikası elbette 11 Eylül’den sonra başlamadı. Yeşil Kuşak projesinin uygulanması, bölgede “istikrarlı” rejimlerle mümkündü. Özellikle 90’lara doğru halk tabanına iyice yayılan “son Kürt ayaklanması” bu “istikrar”ı ciddi anlamda tehdit etmekteydi. Buna karşın, PKK Lideri Abdullah Öcalan ABD tarafından Türkiye’ye “teslim” edilerek Kürt hareketi pasifize edilmeye veya kontrol altına alınmaya çalışıldı.
AKP 20 yıla yaklaşan iktidarında şanslı bir döneme denk geldi. Yukarıda sıralanan yeni dönemin neredeyse tüm imkanlarını lehine kullandı. Irak’ın itirazına rağmen yaptığı sınır-ötesi operasyonları Suriye’de işgale dönüştürdü. Bunu hem ABD’yi rol model olarak aldığı önleyici meşru müdafaa hem de BMGK’nin Libya müdahalesi sırasında kullandığı sivillerin korunması (protection of civilians) gerekçeleriyle yaptı.
Mülteciler ve AKP
Suriye krizinin AKP’ye en büyük faydası ise mülteci konusunda Avrupa ile yaptığı antlaşma oldu. Halen geçerliliğini sürdüren antlaşma ile Avrupa mülteci krizini kendi coğrafyasından uzak tutmak için hem binlerce insanın “kaçak” göç yollarında telef olmasına hem de AKP’nin ülke içerisinde her türlü hukuksuzluğu yapmasına göz yummaktadır. Lakin bir toplumsal grup politik nesne haline getirildiğinde ve bu durum topluluğun en temel ihtiyaçlarını tehdit eder hale geldiğinde (örneğin yaşama, barınma ve beslenme gibi) o topluluk zorunlu da olsa bilinçlenir ve hukuksuzluğa karşı hukukun özne-nesnesi haline gelir. İşte o anda mültecilik antlaşmasına koyduğunuz “Kürt çekincesi” de işleyemez olur, mülteciler asimilasyonun aracı ve parçası olmak karşısında direnişe geçerler.
Doğal sınırlar
AKP’nin Kürt ve Yunan fobisini kullanarak ve ciddi bir denge siyaset izleyerek izlediği dış politika en son Libya tezkeresinde ve İdlib’de Rusya ile yaşanan krizde çatırdamaya başladı. “Misak-ı milli” sınırlarının Kürt realitesi karşısında sürekli esnetilmeye çalışılması ve Yunanistan ile yaşanan sorunlar ile bu sorunla bağlantılı deniz alanlarının sınırlandırılması mevzusu artık devlet politikası olarak AKP’nin elinde koz olmaktan çıktı. Çünkü milliyetçi-dinci popülizm de “doğal sınır”larına ulaştı. Son derece pespaye bir şekilde yürütülen dış politikanın güçler dengesi üzerinden işlerliği son buluyor. Ne mültecileri rehin gibi kullanması ne de görünürde Batı karşıtlığı artık inandırıcı gelmiyor.
İç siyasette ise “devlet ittifakı”nın parçalanmasının temel sebeplerinden biri, AKP’nin “devletin ciddiyeti”ne dair bütün algıları dekonstrüksiyona uğratması ve aslında bir yerde istemeden deşifre etmesidir. McKanzie Wark’ın başka bağlamdaki metaforunu kullanarak söylersek “Tanrıların Olimpos Dağı’ndan plastik torbalarla inip etrafı temizlemelerinin beklendiği bir devirde artık ortalıkta hiç tanrı kalmadığına şaşmamalı”. Devletin yasama, yürütme ve yargı erkinden tutun da sıradan bir işe alımda işlerin bu kadar pespayeli hale gelmesi, devlet kurumunun aslında ne tür suistimallere açık ve araç olduğunu daha açık gösterir hale geldi.
Altından kalkamaz
19 yıllık iktidarının özellikle son on yılında çokça faydalandığı durumlar tersine dönmeye başladı. Bu yoğunlukta insan hakları ihlalinin altından hiçbir devlet kalkamaz. Dünya bir üçüncü savaşa gitmezse -ki o zaman da mevcut devletlerin akıbetinin ne olacağını kestirmek çok zor- çok yakın zamanda insan hakları ve hukuk ihlalleri Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde en büyük sorun ve engel haline gelecektir.
Çatırdayan ittifak
Tıpkı 90’ların hükümetlerinin “derin devlet” söylemi gibi bugünün “FETÖ” tartışmaları da AKP’nin parçası olduğu terör tekniğini aklama çabasıdır. Zira AKP, nasıl ki bugün MHP’yi ve “Ergenekoncular”ı önde göstererek kendi suçunu örtmeye çalışıyorsa dünkü suçlarını aklamak için de iç içe olduğu “FETÖ” söylemini kullanmaktadır. Oysa gerçekte AKP ve Gülen Cemaati düne kadar tek parça olan ve sonraki paylaşım planında çatışmaya başlayan; biri Kürtlere karşı KCK operasyonları yürüten diğeri Kürt şehirlerini yerle bir eden tek zihniyetin uzlaşamamış iki ayrı parçasını temsil etmektedirler. Devletin en üst kademelerinde Gülen Cemaati’yle düne kadar bağı olan kişilerin yer alması “FETÖ” terörizmiyle mücadele konusunda samimi olmadığını o kadar deşifre etmektedir ki siyasi ayak tartışmalarında Başbuğ doğrudan AKP’yi hedef gösterebilmektedir. Çatırdayan ittifak sadece AKP’yi değil bütün bir devlet kurumunu yıkıma götürecek hassas bir denge üzerine kurulmuş bulunmaktadır.
Kürt hareketinin alternatifi
Çevre ve yarı çevre ülkeler için BM Şartı’nın 2/4. maddesinde belirtilen “başka devletin toprak bütünlüğü ve siyasal bağımsızlığına saygı” ilkesi adeta bir sigorta görevi görmektedir. Türkiye, sivilleri koruma ve meşru müdafaa bahanesiyle -yukarıda Bush Doktrini’nde anlatıldığı gibi- bu ilkeleri ihlal ederek kendi sınırlarını tartışmalı hale getirmiştir. Aslında Rusya’nın son günlerde terörizme destek ve başka ülkenin sınırlarına saygı vurgusu doktrin sonrası Türkiye’nin uluslararası alanda işini kolaylaştıran iddiaların bugün bir tehdit olarak kendisine yöneldiğini göstermektedir. Oysa devlet kurumu, kendisini içeriden çökerten tüm bu politikalara sırf AKP’nin Kürt hareketini çökertmesi için göz yumdu.
AKP siyasetinin bugün çöküşe geçmesinin en büyük sebebi ise Kürt hareketinin ısrarlı direnişidir. Krizin AKP dışında aynı zamanda modern devlet krizi olması ve Kürt hareketinin ona sunduğu alternatif, özellikle uluslararası alanda Kürtlerin prestijini her geçen gün arttırırken Türkiye giderek çıkmaza sürüklenmektedir. Kürtlerin demokratik konfederal sistemi, egemenliğin reddi olan bir bağımsızlık biçimi şeklinde hayata geçirmesi ise hem Türkiye’de AKP ve devlet krizini hem de çağdaş dünyada ulus-devlet krizini aşacak alternatiflerin de başında yerini alacaktır.
Çöküş hızlanıyor
Bu yazı, AKP dönemini 11 Eylül sonrası uluslararası alandaki değişimlere indirgeyerek açıklama niyetinde değildir. Amaç sınırlı bir perspektifle AKP’nin bugün geldiği konumu açıklamaktır. Popülizm ve uluslararası koşulların sağladığı imkanla uzun süredir iktidarda kalan AKP, her alanda yozlaşarak geldiği günümüzde geriye kalan ortaklarını da kaybetmek üzere. “Geleceğe dair” çok keskin ifadelerin sorunlu olduğunu kayıt düşerek AKP’nin politik olarak çöküşünün hızlandığını ve çok uzak olmadığını söyleyebiliriz. Fakat yarattığı toplumsal tahribatı ve toplumun geleceğini kestirmek o kadar kolay değil. Toplumsal gelecek ve Türkiye’deki duruma bazı toplumsal kesimlerin bakışı konusunda son sözü Albert Camus’ya bırakalım:
“Schopenhauer’in çok zengin bir sofra başında intiharı övdüğünü sık sık anlatıp gülerler. Şakaya alınacak hiçbir şey yok bunda. Acıklıyı ciddiye almamak o kadar ağır bir şey değil ama bu tutumu benimseyen kişi hakkındaki yargıyı eninde sonunda tutumun kendisi verir”.