Kapitalist modernist sistem krizi, kendisini en belirgin olarak ekonomik ve ekolojik alanda göstermektedir. Bugün dünyanın ve tabi ki Türkiye halklarının en temel gündemi hayat pahalılığı, işsizlik, açlık, yoksulluk olarak görülüyor. Türkiye’de ekonomik kriz nedeniyle siyanürle toplu intiharlara veya kendini yakmalara tanıklık ediyoruz. Bunları tekil olaylar olarak değerlendirmek mümkün değil. Bu vakalar ekonomik krizin toplumu ve bireyi nasıl bir noktaya sürüklediğini gösteriyor. İktidardakilerin ekonominin iyi gittiğine dair güzellemeleri, bir grup kapitalistin kendi çıkarları için geniş kitleleri nasıl açlığa, sefalete sürüklediğini, işçilerin emekçilerin alın terinin nasıl çalındığını, sömürüldüğünü gizlemesinden başka bir anlam ifade etmiyor. Türkiye’de milyonlarca insan açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilmiş durumda. Kadınların yaşanan bu toplumsal ve ekonomik krizin yükünü omuzladıkları da bir sır değil. Kapitalizmin krizi ve bundan nasıl çıkılacağı üzerine birçok araştırma-inceleme kitabı var. Bu kitaplardan birisi de Son Sömürge Kadınlar. Kitapta kapitalizmin hem kadınları hem doğayı hem de üçüncü dünyanın emeğine nasıl el koyduğunu, sömürdüğünü, buna karşı alternatif hareketlerin, ekoloji ve kadın hareketlerinin eleştirilerini, eksik kaldıkları noktaları ve kadınların bu düzene karşı örgütlü mücadelesinin önemini Hindistan’daki deneyimler üzerinden anlatmaktadır.
Maria Mies, Veronika BennholdtThomsen ve Claudia Von Werlhof’un birlikte yazdıkları Son Sömürge Kadınlar kitabı, kadın emeği ve kapitalizm, kadınların ve doğanın sömürgeleştirilmesi ve kadınların aleyhine politikalar ve kadınların mücadeleleri olmak üzere üç kısım, dokuz bölümden oluşuyor ve kapitalizm krizinin kadın, doğa ve üçüncü dünya ülkeleri üzerindeki etkilerine yoğunlaşıyor. Maria Mies kitabın sunuşunda “Dünyada hükümetler, erkler yolun sonuna geldi, çağımızın can alıcı sorunlarına verilecek yanıtlara sahip değiller. Büyüme hızındaki düşüş, yükselen işsizlik ve doymuş pazar sorununa getirdikleri yanıt otomasyon ve yeni teknoloji, aslında işleri ortadan kaldırdığı gibi aşırı üretimi daha da arttırıyor. Endüstri toplumunun yapısal krizi Keynesçilik veya parasalcılığın geleneksel ilaçlarıyla iyileşebilecek gelip geçici bir hastalıkmışçasına maruz gösteriliyor” diye başlıyor. Sorunun nasıl çözüleceği konusunda temel ve gerçekçi soruları kadın, ekoloji ve alternatif toplumsal hareketlerin sorduğunun altını çiziyor. “Yağmalanmış bir doğada tam anlamıyla beşerî bir varoluş söz konusu olabilir mi? Kökleri insanların sömürüsüne dayanmayan toplumsal ve ekonomik örgütlenme modelleri oluşturabilir miyiz?” sorularına cevap arıyor. Kapitalizmin doğuşuyla yaratılan “doğa” kavramının, doğanın ekonomik bir tanımına, maliyetlerden muaf, yani sınırsız biçimde ele geçirilmesi serbest olan her şeyin “doğa” olarak tanımlanmasına dayandığını, bu kavramın kadınları, dünyayı, suyu ve diğer “doğal kaynaklar” ile yerli halkları, toprağı ve sömürgelerdeki halkları da içerdiğini belirterek sermayenin doğa ve toplum üzerindeki baskı ve sömürüsüne dikkat çekiyor.
Dünya genelinde yaşanan ekolojik krizin temeli endüstriyalizmin doğayı insanın hizmetine sunması ve doğa üzerindeki her türlü tahakküm ve sömürgeye olanak sağlanması ile alakalıdır. Kapitalizmin sömürücü karakterini görmeden, doğanın hükmedecek, üzerinde tahakküm kurulacak ve sömürülecek basit bir maddeye indirgenmesini eleştirmeden yeni bir alternatif açığa çıkarılamaz. Hem ekoloji hareketi hem de kadın hareketi günümüzde doğa üzerinde insanın amansız, sınırsız saldırısına karşı dünyanın her yerinde mücadele edilmektedir. Son yıllarda dünyada olduğu gibi Türkiye’de de doğanın talanına dur demek için, insanların doğal yaşam alanlarını korumak için, HES’lere, ekonomik dengeyi bozacak her türlü girişime ve maden aramalarına karşı mücadeleye daha çok insanın destek verdiğini, toplumsal duyarlılığın geliştiğini görüyoruz. Ancak sadece itiraz etmek yetmez. Bu konuda alternatif politikalar geliştirmek zorundayız.
Kitapta “Ekolojik gıda ve üçüncü dünya dükkanlarında satılan ‘doğal’ ürünler, Asya ve Afrika’nın el dokuma giysileri de metadır. Sömürü ilişkileri ve özellikle ‘ucuz emek ülkeleri’ diye adlandırılan ülkelerde yaşayan kadınların ve çocukların olağanüstü sömürüsünü billurlaştırır ve cisimleştirir” diyerek “çevreci ve alternatif hareketin endüstriyel sistem ve büyüme modeli eleştirisi, kadın-erkek arasındaki ve endüstriyel ülkelerle üçüncü dünya arasındaki ilişkiyi gözden kaçırdığının” eleştirisi yapılmaktadır. Oysa bu alternatif pazar kapitalist pazarının bir parçasıdır ve sömürgeler ve kadınlar en ucuz üreticileridir. Gerçekten dünyanın birçok yerinde ekolojik pazarlar kuruluyor. Bu pazarlar kapitalizmin kendini sürdürme araçlarından birisine dönüşmüş durumda. Bu pazarlar yoksulların, kadınların, köylülerin emeğinin sömürüsüne, kapitalizmin hizmetine sunulmasına yol açtı.
Kitapta, çevreci analizlerin kadın işgücünün sömürülmesini dışladığı, “çevreci ve alternatif hareketlerin kadın-erkek arasındaki endüstrileşmiş ülkelerle üçüncü dünya arasındaki ilişkileri maddi ya da üretim ilişkileri değil, ahlaki ilişkiler olarak görür” eleştirisi yapılmaktadır. Ve “Kadınların ezilmesi ve sömürülmesinin nedenlerinin analizi önündeki en köklü engel, belki de Freud’un anatominin kader olduğu ifadesiyle açıkladığı, gizli ya da açık biyolojik determinizmi reddettikleri halde kadınlarla erkekler arasında eşit olmayan hiyerarşi ve sömürüye dayalı toplumsal yani tarihsel faktörlerden kaynaklandığını kanıtlamakta zorlanıyorlar” diyerek açıklarlar. Kadınların üretme ve yaşam-yeniden üretmesinde (çocuk doğurma) olan katkıları, genellikle biyolojilerinin ya da “doğalarının” bir işlevi gibi, tanımlanır. Hem doğurmak hem de çocukları büyütmek kadınların ev içindeki çalışması iş ya da emek olarak görülmez ve değer verilmez. Emek kavramı kapitalizmde ücret karşılığı yapılan iş için kullanılır ve bu daha çok erkeklerin hanesine yazılır. Sistem de kendisini bunun üzerinden sürdürür. Kadınların çok büyük kısmı da bunu kendi “doğal” yapılması gereken görevleri olarak görür ve kendi emeğine değer atfetmezler. Bu da kapitalizm tarafından kadınların emeğinin çalınmasını, el konulmasını kolaylaştırır.
Kadınların toplumda yaptığı işleri özgürce seçmediğine dikkat çekerek, kadınlar üzerindeki baskıcı karakterin ev içi emek ve ücretli emeğin her ikisine eşit şekilde damgasını vurduğu belirtilir. Kapitalizm içinde erkekler söz konusu olduğunda işgücü bir meta olur, oysa kadınlar söz konusu olduğunda bireyin kendisi (kadın) meta olur. Kadının hem bedeni hem de emeği kapitalist sömürünün parçası haline getirilmiştir. Kitapta “Modern toplumda şiddet ekonomi dışı bir faktör olmaktan öte, ekonominin içsel bir parçasını teşkil eder. Kapitalizm, kadın emeği üzerindeki egemenliğinde doğrudan şiddet olmadan işleyemez. Kapitalist iş bölümü bizzat cinsiyetçidir. Cinsiyetçilik bu üretim tarzına temel oluşturur. Açık ve gizli, doğrudan ve yapısal şiddet, kadınların ezilmiş bir toplumsal konuma mecbur eder. Aslında onların emeği bu yüzden her yerde, zorla çalıştırılan emektir. Bu ilişkiler erkek sadizmine özgü birtakım şeyler değildir” belirtmesiyle, erkek egemen düzenin kadınlar üzerinde nasıl bir zor ve baskı aracına dönüştüğünü anlatır. Hem ilk hem de son sömürge olarak kadınların mücadelesi dünyayı değiştirmeye aday. Bugün dünyanın her yerinde kadınlar toplumsal hareketlere öncülük etmektedir. Kitaptaki “Hindistan’da kır kökenli yoksul kadınlar için sınıfsal sömürü ve ezilmenin, ataerkil sömürü ve ezilmeyle yakından ilişkili olduğunu ve bu yüzden birine karşı verdikleri mücadelenin diğerine karşı verdikleri mücadeleden ayrılmayacağını” belirlemesi aslında tüm toplumlar için geçerlidir. Kadınlar hem patriyarkanın hem de kapitalizmin baskısı altındadır ve her ikisine karşı mücadele etmek zorundayız. Kadınların özgür olduğu bir dünya mümkün. O zaman yapmamız gereken özgürlüğümüz için örgütlenmek, mücadele etmek ve direnmektir.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hazırlıklarının başladığı bugünlerde kadınlar, kadın hareketinin durumu, kadınların eşitlik, özgürlük, demokrasi ve barış talepleri, kadına yönelik her türlü ayrımcılık, şiddet, taciz, tecavüz, kadın emeğinin sömürüsü, kadın katliamları, mülteci kadınlar vb. kadına dair bir konuda tartışmalar yürütüyorlar. Ben de bu tartışmalara bu yazı ile katkı sunmak istedim.
*Kandıra F Tipi Cezaevi