AKP’nin iktidarını koruma ve sürdürme gayreti ülkeyi bir bütün olarak derin metafizik problemlerin içine düşürmüştür. Bu problemlerin, mevcut siyasi iktidarın çözülmesiyle birlikte kolayca ortadan kalkmayacağı fikri bizi ürkütürken, Kürtlerin Türkiye siyasetinin metafizik problemlerine karşı eskiden beri mücadele ettiğini hatırlamalıyız. Pek de uzak olmayan zamanlarda Kürtlerin varlığı/yokluğu tartışılırdı. Doğanın vahşi koşullarında hayatta kalabilmiş ama özünü yani Türk olduğunu unutmuş topluluklar olarak Kürtlerden bahsedilmekteydi. Aslı Erdoğan’ın aşağıdaki sözleri meramımıza ışık tutacak niteliktedir:
“Evet, bizim eğitimimiz militaristti, şovenistti. Kürt sözcüğü de geçmezdi bizim için. Benim zamanımda Kürtler diye bir halkın varlığı henüz kabul edilmemişti.”
Öte yandan tarihin bir anında büyük bir yeminle “malum azınlığın” varlığı olumlanır: Vallahi de varlar. Buradaki “var” kelimesi ulusdevlet için bir tehlike taşımaktadır. Nasıl oluyor da Kürtler yoktan varlığa geçebiliyordu? Zira başka ülkelerdeki pratiklerden de bildiğimiz üzere ulus-devletler, kendi ulusal kurtuluş mücadelelerini yürüten halklarla her yüzleştiğinde bu sorunu ustalıkla metafiziğe dönüştürür. Burada ulus-devletlerin büyük bir arzuyla sahipleneceği Parmenides’in ünlü sözünü işitir gibi oluruz: Varlık vardır; yokluk ise yoktur.
Hiçbir şey vardan yok, yoktan ise varolamaz. O halde Kürtlere var demek, varlığı koruma altına almış olan ulus-devletin sahiplendiği metafiziğe karşı çıkmak ve onu yadsımak manasına gelir. Kürtlerin hiçlikten yaratılmadıklarını, var olduklarını söylersek dünyanın bir yerinde misal bugün Türkiye olarak ifade edilen coğrafyada ezelden beri yaşadıklarını ileri sürmüş oluruz. Öte yandan bugün gelinen aşamada Türkiye devleti, bizim Kürt vatandaşlarımızla bir sorunumuz yok derken ülkenin metafizikleşmiş çelişkilerini böyle bir sıçramayla aşmaya çalıştı. Sahi Türkiye devletinin, Kürt vatandaşlarıyla ne gibi bir sorunu olabilirdi ki! Ancak ne tuhaftır ki Kürtlere destek veren, onlarla dayanışma içinde olan veya bilimsel-akademik çalışmalarında Kürt-Kürdistan meselesine odaklanarak Türkiye devletinin geleneksel ırkçı, inkarcı ve asimilasyoncu politikasının kaynaklarını deşifre eden Türk vatandaşlarıyla sorunu vardı. Biraz geçmişe dönerek hatırlayalım.
Bu insanların başında altmışlı yılların ortalarından itibaren çalışmalarında Kürt-Kürdistan sorununa yoğunlaşan İsmail Beşikçi gelmektedir. İ. Beşikçi, bu çalışmaları nedeniyle önce üniversitedeki işinden uzaklaştırılmış, sonra tutuklamış ve toplamda on yedi sene cezaevinde kalmıştır. Kitapları pek çok dile çevrilen yazar Aslı Erdoğan ise kapatılan Özgür Gündem gazetesinin yayın danışma kurulu üyesi ve yazarıydı. Gazetenin kapatılmasından hemen sonra gözaltına alınmış, yayın danışma kurulu olması ve gazetedeki yazıları delil gösterilerek “örgüt propagandası yapmak”, “örgüt üyesi olmak”, “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” gibi ağır suçlardan tutuklanmıştır. Hakkında müebbet hapis cezası istenen A. Erdoğan, 136 gün cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakılmış ve yakın zamanda da yurt dışında bir gazeteye verdiği söyleyişide kullanmadığı ifadeler yüzünden lince maruz kalmıştır. A. Erdoğan’ın kendi sözleri ile devam edelim:
“Bu söylenmemiş cümleye öyle bir tepki yağdı ki hakikaten cümle doğrulandı. Benim bile farkında olmadığım öyle bir Kürt nefreti çıktı ki toplumda, dudak uçuklatıcıydı. Yani “gerçekten de biz Kürtlerden nefret ediyormuşuz” der şimdi aklı başında kim olsa. Maalesef bu cümleyi sizler doğruladınız. Ve artık bunu da inkâr edemeyecek kadar rezil yerlere düştünüz. Şimdi artık durup bir yüzleşelim. Biz niye Aslı Erdoğan’dan nefret ettik? Biz niye Kürtler denince cinnet geçiriyoruz?”
Türkiye devletinin, 2015-2016 yılları arasında Sûr, Fargîn/Silvan, Nisêbîn/Nusaybin, Cizîr/Cizre, Girgê Amo/Silopi ve daha pek çok yerde sokağa çıkma yasakları sırasında yurttaşlara yönelik işlediği suçların ortağı olmayacaklarını beyan ettikleri için sivil ölüme mahkum edilen “Barış için Akademisyenler”, Türkiye’nin yeni hayaletleri haline geldiler. Bu karanlık süreçte “Barış için Akademisyenler”, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan ifade özgürlüğünün suç olmadığını kanıtlamak zorunda kaldılar. Çünkü ifade özgürlüğünün hak değil, “suç olmadığı” bir yerdi Türkiye.
AKP iktidarı, salgıladığı metafizikle tahkim ettiği politik alanda kendisini vazgeçilmez kılmaya çalışırken, beraberinde kendi karşıtını değil, saçmayı taşır. Ne var ki devlet metafiziğine ait bir düşüncenin veya saçmanın olumsuzlanması ilerlemeye işaret etmez. Bu olumsuzlamayla ortaya çıkan, karşıt ikizler arasındaki düşünmenin buruk zeminidir. Burası yeni başlangıçlara ve ütopyanın olanağına tekabül ederken, diğer taraftan hissettirdiği kırılganlıkla insanı kudretsiz bırakabilir. Bununla beraber us ve kudret yitimine neden olan devletin saçmasının izini, İsmail Beşikçi’nin, Aslı Erdoğan’ın veya KHK’lilerin yaşamlarında sürebileceğimiz gibi burada adını anamadığımız birçok kişide de bulabiliriz.
Kürtlerin varlığı her ne kadar inkar edilemez olsa da varlığının görünürlük ve temsiliyet kazanması, etkinlik kuvvetinin derecesinin yüzde on seçim barajını aşmasına bağlıydı. Nitekim Kürtler, HDP ve HDP’yi destekleyen farklı yapılardan oluşan bir ittifakla, yüzde on seçim barajını aşarak yalnızca var olduklarını değil, aynı zamanda görünürlük ve ifade kuvvetini de göstermiş oldular. Bunun sonucunda demokrasinin sınırının genişlemesi beklenirken, tersine temsili demokrasi işlevsizleşti. Çünkü “Saray”, kendi tekliğini ve birliğini olumlayıp, kendisine muhalif olarak gördüğü yurttaşların hak ve özgürlüklerini kuruttu.
Diğer taraftan AKP iktidarına son vermek ve yeniden parlamenter sisteme dönmek isteyen siyasi yapılara göre, Kürtler Kürt olmak bakımından kendilerini görünmez kıldığında ve esas olarak ulusal mücadeleyi paranteze aldığında seçim vb. ittifakların bileşeni olabilirler. Benzer bir şekilde Türkiyeli demokratlara göre de Kürtlerin varlığı Türkiye demokrasisi için yaşamsal olmakla birlikte AKP iktidarına karşı yürütülen demokrasi mücadelesini bölmemek adına Kürtlerin ulusal mücadeleyi değil, Türkiyelileşmeyi öncelleyen siyasal bir hattan hareket etmesi gerekiyor. Dahası bu düşünce C. Başlangıç’ın aşağıdaki satırlarında ironik bir vurguyla kendisini olumsuzlamak istese dâhi verili olanın yeniden üretilmesine katkıda bulunuyor. “Çünkü “Kanal İstanbul”un içinde “Kürt sorunu” geçmiyordu. O nedenle CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi bu “çılgın proje” üzerinden toplu halde Erdoğan’a karşı çıkabilirlerdi. Hatta bu karşı çıkışta HDP’nin de kendilerine destek vermesinden rahatsız olmazlardı.”
Demokratik bir Türkiye’nin Kürtlerden ayrı düşünülemeyeceği bir gerçek olmasına rağmen bu demokrasi denkleminde Kürtlerin görünürlüğünü ve görünmezliğini belirlemeye çalışan Türklük bilinciyle karşılaşıyoruz. Wittgenstein’ı sezdiren bir edayla Türkiye siyasetinin fantastik felsefi sınırları Kürtlerle bitiyordu. Kürt ulusal hareketleri, esas olarak Kürtlerin kültürel ve siyasal hakları için ulusal bir mücadele yürütürken, aynı zamanda dinamik ve örgütlü bir güç olarak Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için yaşamsal bir rol oynar. Dolayısıyla bu iki hat üzerinden hareket eden ve birbirine karşıtmış gibi görünen bu ikili olgunun zıtlık oluşturmadığını vurgulamak gerekiyor.
Tıpkı Türkiyeli sosyalistlerin ve demokratların, Kürt ulusal sorununun çözüme kavuşması için verecekleri desteğin kendi birincil politik gündemleriyle çelişmeyeceği gibi.