Gözaltı ve tutuklama sürecindeki yapay tablo tüm çıplaklığı ile ortadaydı. Birinci kayyım dönemindeki tüm başarısızlıklara rağmen, inadına “benim olacak!” mantığı, kendini dayatmış ve yapmacık dosyalarla cezaevine gönderilmiştik akşam epey ilerlemişken. Hakkâri Kapalı Cezaevi’nde bir gece konaklayıp, sabah altı civarında Van “T” Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’na doğru yola koyulduk. Tabii ki, biliyorsunuz bu uzun yolculuk kelepçesiz olmaz. Maazallah, ring aracını ellerimizle bir köşesinden yırtıp açabilirdik.
Cezaevi tipleri açısından son derece zengin olan Van, bu pahalı sektörün en çok kapital boyutuyla, ama daha önemlisi insan özgürlüklerinin mağdur edilişinin canlı tanığı olmaktan canı acıyordur. Van’a tanınan misyon, adeta, ben cezaevi yaparım, sen de bunun ekonomik getirisinden faydalanırsın şeklindedir. Oysa Van, göl turizmi, dini turizm, doğa ve tarihi turizm, hayvancılık, süt ve süt ürünleri, et ve et ürünleri açısından, ayrıca sınır gelirlerinden istifade edişi ile öne çıkabilmekteydi.
Bildiğiniz beton ve demir karışımdan, neresine dokunsan, çarpsan olağanüstü bir yankı yaratan ve şimdiki Türkiye’de adına ‘İnfaz Kurumu’ denilen cezaevinin bir koğuşuna, yataksız, battaniyesiz kilitlediler. Dört kişiyiz, yaş ortalamasını ben allak bullak ediyorum. Gerçi Cihan Başkan (Cihan Karaman, Hakkari Belediyesi Eşbaşkanı) da az sayılmaz. Neyse ki, geceye doğru bir yerde, çıplak ranzalara serilmek üzere yatak ve battaniye verildi, yastık birkaç güne geldi. Hava soğuktu, ayrıca koşulların verdiği soğukluk vardı. Sabahı gördük, avluya çıktık. En fazla dört kişi volta atabilir bir avluya rağmen, on iki kişilik ranza dizaynı vardı koğuşta.
İlginçti. Erkenden gelen yüz gramlık ekmekleri, sandalyesi olmayan iki masanın üstüne bıraktık. Kahvaltı faslı biterken, yedi metre yüksekteki avlu duvarlarının üstündeki jiletli tellere birkaç serçe kuşu konuk oldu. Cıvıltıları ile büyük bir dinleti almış olduk. Masalardaki ekmek kırıntılarını temizleyelim dedim arkadaşlara, belki kuşlar gelir diye. Koğuş ikinci kattaydı. Oraya çıktık, ranzalara uzandık. Kuşların sesi içeri geliyordu ama tanıdık yakınlıktan ileri gitmiyordu. Bir ara kolaçan ettik, ekmek kırıntıları olduğu yerde duruyordu ve kuşlar uçup gitmişlerdi. İnsan bir an tasavvur edemiyor. Düşünmek istiyor. Kuşlar gelse onlara açtığımız soframıza konsa ve ikramımızı afiyetle yese. Bir iki bakışsak, onlar pır pır ederken bizim de yüreğimizde birikmiş hasret havalansa. Bizim de yüreğimizdeki sevgi denizi boşalsa…
Birden aklıma düştü. Bu yedi metrelik yükseklikle, avlunun genişlik açısı kuşların inişini engelliyor. Yani insanoğlunu cezalandırmak isteyen akıl, mümkündür ki bu canlıları da uzak tutmak istemiş. Kuşlar bizim istediğimiz gibi aşağı inse bir daha havalanmak için yeterince uçuş manevrası bulamayacağı için içeride mahkûm kalabilir. Ya birimiz tutup avcumuzla hızla yukarı fırlatmalıyız ya da kuşlar kaldığı yerde kalırlar. Belki deneme yaparak birçok zahmetli kanat çırpmasıyla aşabileceklerdi bu yüksek duvar engebesini.
Kuş bakışıyla aşağıya inemeyeceğinin içgüdüsüyle; tel örgülere, jiletli tellere rağmen cıvıltılarını içimizi ısıtsın diye bırakıp gidiyorlardı. Serçe kuşları, zarif ve ince yapılı hayvanlardır. Ürkektirler doğaları gereği. Neredeyse evimizin bahçesindeki ağaçlara gelip, hep bir ağızdan bıraktıkları cıvıltılarını duyduğumdan beri tanırım onları. Kolay kolay insanoğluna sokulmazlar. Ki en doğrusunu içgüdüsel olarak geçiriyorlardır içlerinden. En çok beş on serçeydiler. Sonraki günlerde de geldiler. Ötüştüler. Yani vefadan yana hiçbir kusurları olmadı. Gelmezlik yapmadılar. Belki de yedi metrelik çukurun dibindeki bizler için yapabileceklerini yapıyorlardı. Bu nezaket ve narin durum olsa olsa kuşlar tarafından sergilenebilirdi. Hani gücenme yok! Van ‘T’ tipinde iken gerçekten herkes üzerine düşeni yaptı. Ama o serçe kuşları her sabah “Rojbaş” deyip deyip durdular.
Şimdi cep telefonum yanımda olsa, tutup Google amcadan sorardım bu kuşların huyunu suyunu ya da bir kuş atlası olsa açıp bakabilirdim. Ve kuşların dünyasından neler olup bitiyor ile ilgili bilimsel araştırmaların, konulardan bilgi alır sizinle paylaşabilirdim, gel gör ki; bu olanaklardan mahrum ve mahkûmuz.
Bu derin dehlizi, çukuru çıkamayacağını hesaplayan kuş, doğal güdülerine dair bir sonuca varıyor ve aşağı, çukurun dibine inince kanat çırpma sahası daralacağından, tabiatı gereği yukarı çıkmakta imkânsızlıkla karşılaşabileceğinin farkındalığı ile aşağı inmiyor. Özgürce kanat çırpıp aşağıya inip, bir daha özgürse kanat çırpmama, açlıktan ölme ya da özgürlük olan karakterinin mahkûmluğa yenilmesine vesile olabilir.
Aslında biz insanlar da böyleyiz. Ama kuşların ya da diğer bazı canlıların aksine köleliğe daha fazla ömür verebiliyoruz. Düşünsenize: (dört duvar arasındaki özgürlük kısıtlamalarının dışındaki durumlar için söylüyorum) otuz, kırk yıl boyunca bir başkasına maaş karşılığı çalışmak, emrinde olmak, onun mutlak söylemini yapmak. Ya da devlet için daha uzun yıllar durmadan çalışmak ve bunun sonucu olarak maaş almak ve emekli olduktan sonra verilecek emekli ikramiyesiyle geçinmek ve ölümü beklemek. İnsan ömrü saydığımız kadar uzun olmamasına karşın, bunu böylesine heba etmek ne kadar doğru?
Yani bize ait olanı yaşamıyor, sürekli onların dayattığına çeviriyoruz, onların yaşam tadını içimizde yaşamaya başlıyoruz. Bir başka deyişle onları ya da onlara ait olanı, sanki bizimmiş gibi yaşıyoruz.
Bir kuşun göze alıp inemediği bu avlu şeklindeki çukurda, biz insanlar gerek mecburi ve gerekse gönüllü kalabiliyoruz. Örneğin cezaevi koşullarında; tutuklu, hükümlü, gardiyan, müdür ve diğer bütün çalışanlar aslında topyekûn mahkûm. Farkı şu: hükümlü ve tutuklular çok belirgin mahkûmiyetler dışında, dışarıya çıkabiliyor ama diğer çalışan, gardiyan ve müdürler yaş sorunları yoksa yirmi beş yıl bir fiil cezaevi şartlarında yaşıyor ve bir çeşit mahkûmiyetlerini geçiriyorlar.
Böylesi bir portrenin içinde, ressamın çizdiği oluyorsunuz. Kurulu olan kurallar düzenine şu ya da bu şekilde uyum sağlamaktır bu. İşin belki de ilginç tarafı mahkûmlar, her gün gökyüzüne bakıp, mavinin huzur veren elektriğini gözleriyle alabiliyor ama diğerleri içinde bulunduğu koşulların zorluğundan fırsat bulup gökyüzüne de bakamıyor olabilirler.
Bir kuşun ya da kuşların hatırlattığı bu koygun halden kim alabilir kendini? Bildiğiniz yaşamın her sahası mahkûmiyet. Üzüntülü, dertli, keşmekeşli…
Haa! Özgürlük dediğimiz o kuşlara ve atlara çok yakışan özgürlük var ya, öyle bakkaldan bankamatik, kredi kartıyla da alınabilseydi, elbette kimse onsuz yaşamadan yapamazdı. Herhangi bir kozmetikçide, konfeksiyonda, kunduracıda, lokantada alınıp sayılan bir şey değil. Alınteri gerekiyor, emek gerekiyor, mücadele gerekiyor, bedel gerekiyor. Bir milimetrelik bile ileri gidilemeyecekse, bedel vermek gerekiyor. Düşünmek gerekiyor, fikir üretmek gerekiyor. Yani insan önce özgür birey portalına çıkmalı.
Hakkı ve hukuku konulmuş bir dünya için, gerçekten çaba harcamak, aydınlanmak zarurettir. Eşit paylaşımın,
kaynak yaratmanın ve daha iyiye doğru alternatifler üzerine yoğunlaşmanın ve toplumsal anlaşmayla sonuca bağlanan yetkinliğe getirmeli.
Serçe kuşlarının jiletli tel üzerine konuşları ile cıvıldaşmaları, endişeli sıçrayışları, kanatlanmaları, bunları hatırlattı… Tadında bir hayata özlemle içgüdülerini harekete geçirmenin dayanılmaz güzelliği ve özgürlüğü…
* Yüksekova Belediyesi Eşbaşkanı
2 Nolu Kapalı C.İ.K. / C-26 Elazığ